İşte o güneş ve o güneş batımı. Hani yeryüzünün bütün renklerini sinesinde toplayan, hani Atatürk'ün İzmir Kordon'da, Naim Palas'ta rakısını içerken o Yunan asıllı garsonu çağırıp, "Vre Dimitri, kralınız Konstantin buraya gelip güneş batışını seyreder miydi?" diye sorup aldığı, "Hayır" efendim cevabı karşısında '"O zaman niye İzmir'i almaya kalktı ki?" diye merak ettiği, o güneş batımı.
İşte o güneş önce Pasaport'tan başlayıp, denizin kenarında perde duvar gibi dikilen, Yeşiltepe, Karataş, Göztepe, Güzelyalı apartmanlarını ve feribotu aydınlattı.
Sonra parkları, envai çeşit ağaçları, çiçekleri, mavi beyaz belediye bisikletlerini, piknik masalarında teneke bira içip, midye dolma yiyen gençleri, tinercileri… Türbanlı aileleri geçip, İnciraltı'nda 'her an yıkılabilir' zihniyeti ile emaneten yapılmış marketleri, müzikli salonlarını, balık restoranlarını, kafeleri şöyle bir okşadı.
Sonra da Rusya'da kominizim zamanında inşa edilen devasa binalara benzeyen, Dokuz Eylül Üniversite Hastanesi ana binasının altıncı katına, özel odaların bulunduğu koridorlardan birine geldi. Urla'ya bakan açık bir pencerenin önünde, tekerlekli sandalyede oturan, yeşil gözlü, saçları kemoterapiden dökülmüş güzel kadını ve Anthony Hopkins'e benzeyen, uzun beyaz saçlı, beyaz sakallı adama ulaştı…
"Hayatım" dedi adam "Bak denizden rüzgâr ne güzel esiyor. Hadi oksijenini biraz kapatalım da deniz havası al. Çok yoruldun. Eğer ihtiyaç duyarsan hemen açarım." Güzel kadın "Sen bilirsin" dedi, oksijeni kapatılınca bunalacağını bile bile. O kocaman yemyeşil gözlerini kocasının gözlerine dikip gülümsedi. Zaten otuz iki yıllık evlilikleri süresinde hep 'peki' veya 'sen bilirsin' demeye alışmıştı. "Peki" dedi "Sevgilim hadi deneyelim."
İşte o güneş ve o güneş batımı. Hani yeryüzünün bütün renklerini sinesinde toplayan, hani Atatürk'ün İzmir Kordon'da, Naim Palas'ta rakısını içerken o Yunan asıllı garsonu çağırıp, "Vre Dimitri, kralınız Konstantin buraya gelip güneş batışını seyreder miydi?" diye sorup aldığı, "Hayır" efendim cevabı karşısında '"O zaman niye İzmir'i almaya kalktı ki?" diye merak ettiği, o güneş batımı.
İşte o güneş önce Pasaport'tan başlayıp, denizin kenarında perde duvar gibi dikilen, Yeşiltepe, Karataş, Göztepe, Güzelyalı apartmanlarını ve feribotu aydınlattı.
Sonra parkları, envai çeşit ağaçları, çiçekleri, mavi beyaz belediye bisikletlerini, piknik masalarında teneke bira içip, midye dolma yiyen gençleri, tinercileri… Türbanlı aileleri geçip, İnciraltı'nda 'her an yıkılabilir' zihniyeti ile emaneten yapılmış marketleri, müzikli salonlarını, balık restoranlarını, kafeleri şöyle bir okşadı.
Sonra da Rusya'da kominizim zamanında inşa edilen devasa binalara benzeyen, Dokuz Eylül Üniversite Hastanesi ana binasının altıncı katına, özel odaların bulunduğu koridorlardan birine geldi. Urla'ya bakan açık bir pencerenin önünde, tekerlekli sandalyede oturan, yeşil gözlü, saçları kemoterapiden dökülmüş güzel kadını ve Anthony Hopkins'e benzeyen, uzun beyaz saçlı, beyaz sakallı adama ulaştı…
"Hayatım" dedi adam "Bak denizden rüzgâr ne güzel esiyor. Hadi oksijenini biraz kapatalım da deniz havası al. Çok yoruldun. Eğer ihtiyaç duyarsan hemen açarım." Güzel kadın "Sen bilirsin" dedi, oksijeni kapatılınca bunalacağını bile bile. O kocaman yemyeşil gözlerini kocasının gözlerine dikip gülümsedi. Zaten otuz iki yıllık evlilikleri süresinde hep 'peki' veya 'sen bilirsin' demeye alışmıştı. "Peki" dedi "Sevgilim hadi deneyelim."