Sarılır diye korktu, sarılır da kalbi bir mum gibi erir diye. Gece olunca yıldızlarla, sabah olunca güneşle konuşuyordu. “Kış olsa da yağmur olup yağsa avuçlarımın içine.” Belki sarhoş olurdu. Açıksız denizlerin en mavisinde, bucaksız kasabaların en ücrasında kaybolurdu. Uçağa binme telaşı ve endişesi bu yüzden: “Pır pır.”
Elimden tutun, ben uçamam yerden yüksekte. Eylül'e baktı, avuçlarının arasında terleyen ellerini yüzünde gezdirdi. Şu küçük ellerin, sanki yüzlerce sayfalık bir romanın tek cümlelik özeti. Yaklaşan uyku vakitlerindeki pembe yanaklar gibi, yumuşacık. Zamansızca yutkundu. Titredi. Sesi, olduğundan daha kısık çıktı: “Öpebilir miyim seni?” Tam zamanı. “Buffff!” Ani bir darbeyle kapı kırıldı, eli tüfekli yeniçeriler doluştular içeri. Öpemedi. Öpseydi, elektrikler kesilirdi muhakkak. “Alın bunu!” diye haykırdı padişah. Aldı eli kemikli bir yeniçeri. Almamak olmazdı. “İstiklal Marşı'nın” dedi, “on kıtasını da biliyorum.” Padişah ata binip gitmişti çoktan. İşe yaramadı. Haykırdı yine arkasından:
“Bırakın! Bırakın beni!”
Netameli düşlerin içinden sesleniyor Fırat Demir okuyucuya, peygamberliğini ilan edenlere bıyık altından gülerek bakmayı da ihmal etmiyor. Özgün bir dil yaratmış, sözcüklerin arasında korkusuzca dolaşıyor. Marilyn'in diplerinden ıslanmış sarı saçları, duvarda Petar Naumoski posterleri, adı konmamış lahana bebekler, Amerika'ya giden şeytan uçurtmaları… Hayata teğet geçtiği için kaçan dünyanın manzarasını izlemekle yetinenlerin hikayesini anlatıyor, Behiye Aksoy dinlerken ağlayanların, burun farkıyla kapitalizme boyun eğenlerin, neredeyse kazanacak olmalarına rağmen aslında çoktan kaybetmişlerin hikayesini...
Sarılır diye korktu, sarılır da kalbi bir mum gibi erir diye. Gece olunca yıldızlarla, sabah olunca güneşle konuşuyordu. “Kış olsa da yağmur olup yağsa avuçlarımın içine.” Belki sarhoş olurdu. Açıksız denizlerin en mavisinde, bucaksız kasabaların en ücrasında kaybolurdu. Uçağa binme telaşı ve endişesi bu yüzden: “Pır pır.”
Elimden tutun, ben uçamam yerden yüksekte. Eylül'e baktı, avuçlarının arasında terleyen ellerini yüzünde gezdirdi. Şu küçük ellerin, sanki yüzlerce sayfalık bir romanın tek cümlelik özeti. Yaklaşan uyku vakitlerindeki pembe yanaklar gibi, yumuşacık. Zamansızca yutkundu. Titredi. Sesi, olduğundan daha kısık çıktı: “Öpebilir miyim seni?” Tam zamanı. “Buffff!” Ani bir darbeyle kapı kırıldı, eli tüfekli yeniçeriler doluştular içeri. Öpemedi. Öpseydi, elektrikler kesilirdi muhakkak. “Alın bunu!” diye haykırdı padişah. Aldı eli kemikli bir yeniçeri. Almamak olmazdı. “İstiklal Marşı'nın” dedi, “on kıtasını da biliyorum.” Padişah ata binip gitmişti çoktan. İşe yaramadı. Haykırdı yine arkasından:
“Bırakın! Bırakın beni!”
Netameli düşlerin içinden sesleniyor Fırat Demir okuyucuya, peygamberliğini ilan edenlere bıyık altından gülerek bakmayı da ihmal etmiyor. Özgün bir dil yaratmış, sözcüklerin arasında korkusuzca dolaşıyor. Marilyn'in diplerinden ıslanmış sarı saçları, duvarda Petar Naumoski posterleri, adı konmamış lahana bebekler, Amerika'ya giden şeytan uçurtmaları… Hayata teğet geçtiği için kaçan dünyanın manzarasını izlemekle yetinenlerin hikayesini anlatıyor, Behiye Aksoy dinlerken ağlayanların, burun farkıyla kapitalizme boyun eğenlerin, neredeyse kazanacak olmalarına rağmen aslında çoktan kaybetmişlerin hikayesini...