Günün birinde, herkesin Deli Mıstı dediği gönlü güzel bir adamla tanıştım. Adam bana üç oyuncak armağan etti: Çoban sopasından yapılmış bir at, tahtadan yontulmuş çift dilli bir kılıç, kındıra otlarından örülmüş bir de miğfer.
Atımın adı Düldül, kılıcımın adı Zülfikâr'dı. Her ikisinin de tarihin derinliklerinden gelen efsanevî birer hikayesi vardı.
Düldülü'me binip Zülfikâr'ımı kuşandığımda, içimde bir cesaret fırtınası kopuyordu. Deli Mıstı'ya sorduğumda, bunun kendi elleriyle Zülfikâr'ın üzerine kazıdığı şu tılsımlı yazının gücüyle ilgili olduğunu söylüyordu:
“Lâ fetâ illâ Ali ve lâ Seyfe illâ Zülfikâr”
(Ali'nin üstüne yiğit, Zülfikâr'ın üstüne kılıç yoktur).
Garip bir duygu, ama ona bütün kalbimle inanmıştım.
Günün birinde, herkesin Deli Mıstı dediği gönlü güzel bir adamla tanıştım. Adam bana üç oyuncak armağan etti: Çoban sopasından yapılmış bir at, tahtadan yontulmuş çift dilli bir kılıç, kındıra otlarından örülmüş bir de miğfer.
Atımın adı Düldül, kılıcımın adı Zülfikâr'dı. Her ikisinin de tarihin derinliklerinden gelen efsanevî birer hikayesi vardı.
Düldülü'me binip Zülfikâr'ımı kuşandığımda, içimde bir cesaret fırtınası kopuyordu. Deli Mıstı'ya sorduğumda, bunun kendi elleriyle Zülfikâr'ın üzerine kazıdığı şu tılsımlı yazının gücüyle ilgili olduğunu söylüyordu:
“Lâ fetâ illâ Ali ve lâ Seyfe illâ Zülfikâr”
(Ali'nin üstüne yiğit, Zülfikâr'ın üstüne kılıç yoktur).
Garip bir duygu, ama ona bütün kalbimle inanmıştım.