Türkiye'de İade Garantili İlk ve Tek Kitap
...Adam hiçbir şey söyleyemedi uzunca bir süre. Yürüdüler mutluluğa doğru. Neden sonra elleri birleşti kendiliğinden. Ateş gibiydiler. Binbir Kilise'nin küf kokan sokaklarında gezinirken, saçlarındaki rüzgârın fotoğrafını çekti adam. İnanılmaz bir fotoğraf olmuştu. Rüzgârın dağıttığı saçları, Binbir Kilise'de geçmiş ve gelecek bütün aşkların kokularını taşıyordu sanki. İkisi de artık bulutları yol tutmuşlar, sıra dışı bir aşkın kollarına kendilerini atmışlardı. Artık sarmaş dolaştılar. Ne zaman bir tenha görseler, elleri sanki ebediyen bir daha ayrılmayacakmış gibi birleşiyordu. Sıra dışı hatta yasa dışı bir aşktı onların ki. Yasak bir aşkın tadı vardı damaklarında. Gelecekleri yoktu, biliyorlardı ama, kendilerini de alamıyorlardı. Aşka sınır yoktu. Aşka yasak yoktu. Biliyorlardı ki aşk, yasa dışılıktı. Ve onlar hep yasa dışı olarak kalacaklardı...
Adam, yalnızlığına biraz daha sokuldu. Biraz daha yaslandı. Kendisine yaslanabiliyordu ancak. Yaslanabileceği başka kimsesi hiç olmamıştı hayatta. Bir başınaydı. Ama biliyordu ki, asla yalnız değildi, yüreği vardı, düşünceleri vardı. Kendisini, bir başına dünyaya bir tekme atabilecek kadar güçlü hissediyordu. Oysa "o" yoktu. "O" olsaydı, başka mı olurdu acaba diye durdu bir an. Sonra doğruldu, ay ışıklarının puslu yalnızlıklarına gizlenmiş romantik âşıkların gölgelerini aradı çevresinde... Yoktular, yanılmıştı. Tıpkı, kendi hayatında yaşadığı büyük yanılgılar gibi boştu çevresi...
Bu hayatta kim neyi hak ediyordu ki? Yazgılarımızın boynumuza dayattığı hayatın, o kahrolası acı gerçekleriyle yüzleşmekten başka ne yapıyorduk ki? Ne yapıyorduk ki; çoğu zaman gerçek adına yaşamı katletmekten başka? Kızın söyledikleri takılıyordu aklına; "bak" diyordu adama, "gerçek bu" "hangi gerçek, hangi gerçek?" diye haykırıyordu adam iç dünyasında. Aşk gerçek değil miydi? Bulutların üstünde yaşadıkları aşk, gerçek değil miydi? Kim kimi kandırıyordu. Onları, artık adam bütün insanları karşısına almıştı ve kendisinden başkasını artık "onlar" diye nitelendiriyordu. Çünkü, artık aralarına duvarlar örüyordu. Kendini onlardan sürekli kaçırıyor, kendini onlardan soyutluyordu. Kesin kararlıydı; onları dünyasına sokmayacaktı. Çünkü, onların gerçek dünyası aslında sahte bir dünyadan ibaretti. Tek gerçek vardı bu hayatta, o da; adamın içindeki dünyaydı..
Adam, nice zamandır söylemek istediği ama, genç kızın çok önceden bildiği bir gerçeği... Gerçek neydi ki bu dünyada? Dünyada gerçek dediklerimizin bir gün hayale dönüştüğü gerçeğini herkes görmezden geliyordu. Bu insanlar hep böyleydiler. Kendilerini var sayıyorlar, asıl var olanın toprak olduğunu görmüyorlardı. Nice insan gelip geçmiş ama, toprak hep var olmuştu. Doğa hep vardı; insanlar olmadan önce bile. İnsanlar garip bir tutumla elleriyle toprağı avuçluyorlar, sahipleniyorlardı. Bilmiyorlardı ki, "dünya insana ait değildir, insan dünyaya aittir". Var olan evrendi. Bizler evrende bir kum tanesi bile değilken, kendimizi var saymanın garip dürtüsüyle kendimize takvimler yapıp, ömürler biçiyorduk. Oysa, doğanın "zaman" diye bir kavramı yoktu. Ve son sözü doğa söylüyordu. Bunu gördüğümüzde çok şey kaçırdığımızın farkına varıyorduk ama, ne yazık ki çok şey bitmiş oluyordu.
Telefona öylesine sarılıyorlardı ki... Sanki birbirlerinin ellerini tutarmışcasına... İkisi de gözlerini kapadı. Duydukları; yağmurun sesiydi ve hayatın... Artık tek bir vücut gibiydiler. Hatta yağan yağmurda onlar vardı. Üşüyen bir kelebek gibi yürekleri atıyordu heyecanla. "Biliyor musun" dedi genç erkek, "şu an duygularımı bir kayık yapıp, yanına o kayıkla gelmek isterdim". Sokaklardan akan yağmur suları, her tarafa hücum ediyordu. "Kayığın kürekleri duygularım olsun" dedi kadın. Zaten yürekleri bir kayık gibiydi. Akıp gidiyordu. Mesafelerin hiç önemi kalmamıştı. Biliyorlardı ki; yürekleri karşı karşıyaydı.
Türkiye'de İade Garantili İlk ve Tek Kitap
...Adam hiçbir şey söyleyemedi uzunca bir süre. Yürüdüler mutluluğa doğru. Neden sonra elleri birleşti kendiliğinden. Ateş gibiydiler. Binbir Kilise'nin küf kokan sokaklarında gezinirken, saçlarındaki rüzgârın fotoğrafını çekti adam. İnanılmaz bir fotoğraf olmuştu. Rüzgârın dağıttığı saçları, Binbir Kilise'de geçmiş ve gelecek bütün aşkların kokularını taşıyordu sanki. İkisi de artık bulutları yol tutmuşlar, sıra dışı bir aşkın kollarına kendilerini atmışlardı. Artık sarmaş dolaştılar. Ne zaman bir tenha görseler, elleri sanki ebediyen bir daha ayrılmayacakmış gibi birleşiyordu. Sıra dışı hatta yasa dışı bir aşktı onların ki. Yasak bir aşkın tadı vardı damaklarında. Gelecekleri yoktu, biliyorlardı ama, kendilerini de alamıyorlardı. Aşka sınır yoktu. Aşka yasak yoktu. Biliyorlardı ki aşk, yasa dışılıktı. Ve onlar hep yasa dışı olarak kalacaklardı...
Adam, yalnızlığına biraz daha sokuldu. Biraz daha yaslandı. Kendisine yaslanabiliyordu ancak. Yaslanabileceği başka kimsesi hiç olmamıştı hayatta. Bir başınaydı. Ama biliyordu ki, asla yalnız değildi, yüreği vardı, düşünceleri vardı. Kendisini, bir başına dünyaya bir tekme atabilecek kadar güçlü hissediyordu. Oysa "o" yoktu. "O" olsaydı, başka mı olurdu acaba diye durdu bir an. Sonra doğruldu, ay ışıklarının puslu yalnızlıklarına gizlenmiş romantik âşıkların gölgelerini aradı çevresinde... Yoktular, yanılmıştı. Tıpkı, kendi hayatında yaşadığı büyük yanılgılar gibi boştu çevresi...
Bu hayatta kim neyi hak ediyordu ki? Yazgılarımızın boynumuza dayattığı hayatın, o kahrolası acı gerçekleriyle yüzleşmekten başka ne yapıyorduk ki? Ne yapıyorduk ki; çoğu zaman gerçek adına yaşamı katletmekten başka? Kızın söyledikleri takılıyordu aklına; "bak" diyordu adama, "gerçek bu" "hangi gerçek, hangi gerçek?" diye haykırıyordu adam iç dünyasında. Aşk gerçek değil miydi? Bulutların üstünde yaşadıkları aşk, gerçek değil miydi? Kim kimi kandırıyordu. Onları, artık adam bütün insanları karşısına almıştı ve kendisinden başkasını artık "onlar" diye nitelendiriyordu. Çünkü, artık aralarına duvarlar örüyordu. Kendini onlardan sürekli kaçırıyor, kendini onlardan soyutluyordu. Kesin kararlıydı; onları dünyasına sokmayacaktı. Çünkü, onların gerçek dünyası aslında sahte bir dünyadan ibaretti. Tek gerçek vardı bu hayatta, o da; adamın içindeki dünyaydı..
Adam, nice zamandır söylemek istediği ama, genç kızın çok önceden bildiği bir gerçeği... Gerçek neydi ki bu dünyada? Dünyada gerçek dediklerimizin bir gün hayale dönüştüğü gerçeğini herkes görmezden geliyordu. Bu insanlar hep böyleydiler. Kendilerini var sayıyorlar, asıl var olanın toprak olduğunu görmüyorlardı. Nice insan gelip geçmiş ama, toprak hep var olmuştu. Doğa hep vardı; insanlar olmadan önce bile. İnsanlar garip bir tutumla elleriyle toprağı avuçluyorlar, sahipleniyorlardı. Bilmiyorlardı ki, "dünya insana ait değildir, insan dünyaya aittir". Var olan evrendi. Bizler evrende bir kum tanesi bile değilken, kendimizi var saymanın garip dürtüsüyle kendimize takvimler yapıp, ömürler biçiyorduk. Oysa, doğanın "zaman" diye bir kavramı yoktu. Ve son sözü doğa söylüyordu. Bunu gördüğümüzde çok şey kaçırdığımızın farkına varıyorduk ama, ne yazık ki çok şey bitmiş oluyordu.
Telefona öylesine sarılıyorlardı ki... Sanki birbirlerinin ellerini tutarmışcasına... İkisi de gözlerini kapadı. Duydukları; yağmurun sesiydi ve hayatın... Artık tek bir vücut gibiydiler. Hatta yağan yağmurda onlar vardı. Üşüyen bir kelebek gibi yürekleri atıyordu heyecanla. "Biliyor musun" dedi genç erkek, "şu an duygularımı bir kayık yapıp, yanına o kayıkla gelmek isterdim". Sokaklardan akan yağmur suları, her tarafa hücum ediyordu. "Kayığın kürekleri duygularım olsun" dedi kadın. Zaten yürekleri bir kayık gibiydi. Akıp gidiyordu. Mesafelerin hiç önemi kalmamıştı. Biliyorlardı ki; yürekleri karşı karşıyaydı.