Allāh “Yâsîn” yani “Ey insân” diye bize seslenirken içimizdeki/özümüzdeki “toplayıcı hakîkat'e, Hakîkat-i Muhammediyye'ye, sözde ve fiilde bizi her zaman isâbete ulaştıracak İlâhî bilgiye, tenzîh ile teşbîhi cem etme yeteneğimize, bize hayat veren üfürülmüş Rûh'a, hüviyyetimize ve bütün bunların ortak adı olan Kur'ân'a” dikkatimizi çekiyor. İnzâl edilmişi tenzîle, Kur'ân'ı Furkān'a, cem'i fark'a, bâtını zâhire, celâli cemâle, kısaca Azîz olanı Rahîm'e dönüştüren ve insanlığa rahmet olan her benlik “Yâsîn”dir. Aslî hüviyyetlerinden perdelenmiş olanlar ise nefsleriyle diri, fakat manevî yönleriyle ölüdürler. Onları yeniden diriltmek ve “atan kalplerini bilen kalbe” dönüştürmek, ancak zikirle/Kur'ân'la mümkündür.
“Yâsîn” yani “Ey insân” olarak kendisine seslenilen “İmâm-ı Mübîn” özünde toplayıcı hakîkat/hikmet olan “Kur'ân'ın kaydı” ile bu âleme gönderilmiş bir “mürsel”dir. Onun sözleri/nefesi “Kur'ân'ı Furkān'a dönüştürür” ve Rahmân'ın zikrine tâbî olmuş kalpleri diriltir. O, kendi toplumunun içinde “açık bir uyarıcı/imam”dır ve sevenlerini/bağlılarını nefslerinin perdelerinden kurtararak onlara ezelî/ebedî ödülü müjdeler. İmâm-ı Mübîn, Kitâb-ı Mübîn'in yürüyen/konuşan sûretidir. İmâm-ı Mübîn “kaderi kudrete dönüştüren” kişidir.
Özünde Kur'ân ile bu varlık sahnesine çıkarılan/gönderilen insân/mürsel yaratılış gayesinde yani “Sırât-ı Müstakîm”de yürüyecek ve sonra beden kabrinden/kozasından –manevî/rûhânî anlamda- yeniden dirilecek/doğacak ve böylece kendi hakîkatini keşfedecektir. Bu, ölü olan bir nefsin Hayy ile dirilişi, atan bir kalbin bilen bir kalbe dönüşmesi demektir. Artık böyle bir kalp, kendi zamanına ve çağına hayat veren bir kalptir. Bu kalbin rezonansı/tınısıyla bütünleşenler “Ben”den “Biz”e, “Asr”dan “Dehr”e geçmişlerdir. Çünkü Kur'ân, “Ân'ın kurbiyetidir!”
Allāh “Yâsîn” yani “Ey insân” diye bize seslenirken içimizdeki/özümüzdeki “toplayıcı hakîkat'e, Hakîkat-i Muhammediyye'ye, sözde ve fiilde bizi her zaman isâbete ulaştıracak İlâhî bilgiye, tenzîh ile teşbîhi cem etme yeteneğimize, bize hayat veren üfürülmüş Rûh'a, hüviyyetimize ve bütün bunların ortak adı olan Kur'ân'a” dikkatimizi çekiyor. İnzâl edilmişi tenzîle, Kur'ân'ı Furkān'a, cem'i fark'a, bâtını zâhire, celâli cemâle, kısaca Azîz olanı Rahîm'e dönüştüren ve insanlığa rahmet olan her benlik “Yâsîn”dir. Aslî hüviyyetlerinden perdelenmiş olanlar ise nefsleriyle diri, fakat manevî yönleriyle ölüdürler. Onları yeniden diriltmek ve “atan kalplerini bilen kalbe” dönüştürmek, ancak zikirle/Kur'ân'la mümkündür.
“Yâsîn” yani “Ey insân” olarak kendisine seslenilen “İmâm-ı Mübîn” özünde toplayıcı hakîkat/hikmet olan “Kur'ân'ın kaydı” ile bu âleme gönderilmiş bir “mürsel”dir. Onun sözleri/nefesi “Kur'ân'ı Furkān'a dönüştürür” ve Rahmân'ın zikrine tâbî olmuş kalpleri diriltir. O, kendi toplumunun içinde “açık bir uyarıcı/imam”dır ve sevenlerini/bağlılarını nefslerinin perdelerinden kurtararak onlara ezelî/ebedî ödülü müjdeler. İmâm-ı Mübîn, Kitâb-ı Mübîn'in yürüyen/konuşan sûretidir. İmâm-ı Mübîn “kaderi kudrete dönüştüren” kişidir.
Özünde Kur'ân ile bu varlık sahnesine çıkarılan/gönderilen insân/mürsel yaratılış gayesinde yani “Sırât-ı Müstakîm”de yürüyecek ve sonra beden kabrinden/kozasından –manevî/rûhânî anlamda- yeniden dirilecek/doğacak ve böylece kendi hakîkatini keşfedecektir. Bu, ölü olan bir nefsin Hayy ile dirilişi, atan bir kalbin bilen bir kalbe dönüşmesi demektir. Artık böyle bir kalp, kendi zamanına ve çağına hayat veren bir kalptir. Bu kalbin rezonansı/tınısıyla bütünleşenler “Ben”den “Biz”e, “Asr”dan “Dehr”e geçmişlerdir. Çünkü Kur'ân, “Ân'ın kurbiyetidir!”