Biri kız diğeri erkek; iki çocuklu bir aile. Şimdi "üçüncüsü" geliyor. "Ben hamileyim, ama bebek senden değil" diyor kadın. "Kimden" diye sormuyor erkek. Elindeki şarap kadehini yere fırlatan ve evin hemen yakınındaki ormanda, ağaçlar arasında saatlerce yürüyen bir erkek görüyorsunuz sonra. "Kırılan", "incinen", kendine bilmiyoruz ama eşine duyduğu güven sarsılan, kırgın ama bir okadar da kızgın bir adam görüyorsunuz. Daha doğrusu, böyle görmeyi beklersiniz. Ama bizim adam öyle değil; yüzünde hiçbir duygu ifadesi yok, tamamen donuk; bu durum onu mutlu mu etmiş, incitmiş mi yoksa ne bilelim öfkeden deliye mi döndürtmüş; hiç belli değil. Sadece yürüyor; bütün film boyunca yatağa bile böyle girdiği kolları kıvrılmış beyaz gömleği ve altında siyah pantolonuyla, sanki içindeki duygusuzluk kıyafetlerine yansımış olan erkeğimiz. Kim bilir, belki de o anlarda kendisini sorguluyordur, suçluyordur belki de; "ben sebep oldum" diye. Bunu düşünmesi bile ilginç olurdu doğrusu. Düşünün; "aldatılan" bir erkek ve aklından geçen ilk şey, daha doğrusu sorular: "Neden ?" "Ne istiyordu, neyi arıyordu ve neyi bulamadı" ...mümkün müdür sizce; önce kendine dönmek ! "Kim bilir ne düşünüyor, bir insan için aldatılmak nekadar da onur kırıcı" diye düşünüyorsunuz. Hani erkekseniz; malum biraz da empati işliyor o anda; kendinizi onun yerine koyup neler düşündüğü, hissettiği üzerine kafa yoruyorsunuz... sonra yine çalıların arasında tek başına ve de yalnız yürüyen bir adam görüyorsunuz. Ve pencereden eşini ve çocuklarını seyreden yüzü yılgın, çaresiz, umutsuz gözlerle çok uzaklara baktığını hissettiğiniz kadını görüyorsunuz sonra. Ve bu sahneden itibaren, kadının adamı kiminle aldatmış olabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz; daha doğrusu, radarlarınız çok zor bir şiiri ezbere söylemiş de büyüklerinden takdir görmeyi bekleyen bir çocuğun heyecanını yaşarcasına çalışmaya başlıyor, o sahneden sonra filmdeki tüm karakterlerin analizine başlıyorsunuz, "acaba katil kim olabilir" diye. -Tarık Solmuş-
Biri kız diğeri erkek; iki çocuklu bir aile. Şimdi "üçüncüsü" geliyor. "Ben hamileyim, ama bebek senden değil" diyor kadın. "Kimden" diye sormuyor erkek. Elindeki şarap kadehini yere fırlatan ve evin hemen yakınındaki ormanda, ağaçlar arasında saatlerce yürüyen bir erkek görüyorsunuz sonra. "Kırılan", "incinen", kendine bilmiyoruz ama eşine duyduğu güven sarsılan, kırgın ama bir okadar da kızgın bir adam görüyorsunuz. Daha doğrusu, böyle görmeyi beklersiniz. Ama bizim adam öyle değil; yüzünde hiçbir duygu ifadesi yok, tamamen donuk; bu durum onu mutlu mu etmiş, incitmiş mi yoksa ne bilelim öfkeden deliye mi döndürtmüş; hiç belli değil. Sadece yürüyor; bütün film boyunca yatağa bile böyle girdiği kolları kıvrılmış beyaz gömleği ve altında siyah pantolonuyla, sanki içindeki duygusuzluk kıyafetlerine yansımış olan erkeğimiz. Kim bilir, belki de o anlarda kendisini sorguluyordur, suçluyordur belki de; "ben sebep oldum" diye. Bunu düşünmesi bile ilginç olurdu doğrusu. Düşünün; "aldatılan" bir erkek ve aklından geçen ilk şey, daha doğrusu sorular: "Neden ?" "Ne istiyordu, neyi arıyordu ve neyi bulamadı" ...mümkün müdür sizce; önce kendine dönmek ! "Kim bilir ne düşünüyor, bir insan için aldatılmak nekadar da onur kırıcı" diye düşünüyorsunuz. Hani erkekseniz; malum biraz da empati işliyor o anda; kendinizi onun yerine koyup neler düşündüğü, hissettiği üzerine kafa yoruyorsunuz... sonra yine çalıların arasında tek başına ve de yalnız yürüyen bir adam görüyorsunuz. Ve pencereden eşini ve çocuklarını seyreden yüzü yılgın, çaresiz, umutsuz gözlerle çok uzaklara baktığını hissettiğiniz kadını görüyorsunuz sonra. Ve bu sahneden itibaren, kadının adamı kiminle aldatmış olabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz; daha doğrusu, radarlarınız çok zor bir şiiri ezbere söylemiş de büyüklerinden takdir görmeyi bekleyen bir çocuğun heyecanını yaşarcasına çalışmaya başlıyor, o sahneden sonra filmdeki tüm karakterlerin analizine başlıyorsunuz, "acaba katil kim olabilir" diye. -Tarık Solmuş-