Üçüncü Ok, Doğu Karadeniz Bölgesi'nde yaşayan insanların, dillerinden düşmeyen bir halk öyküsünden araştırılarak romanlaştırılmıştır. Anlatılan konu, yaşanılan zamanlar, kişiler ve mekânlar tamamen gerçektir. Romanda geçen tüm olaylar, 1900'lü yılların başında yaşayan bir müderrisin (Yahyazade Ali Efendi) kırık bir okun üzerine akıttığı hüzün dolu bir gözyaşına kurgulanmıştır. Olay 1386 yılında Horasan'dan fırlatılan üç tane gizemli ok ile başlamaktadır. Okların her birisi ayrı bir gerçeği simgelemektedir ancak ÜÇÜNCÜ Ok'un yüklendiği anlam çok değerli ve önemlidir. Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan Mete ismindeki genç bir çoban, bu değerli oku bulan kişidir. Okun yüklendiği anlamı da bulabilmesi için okun kimin tarafından atıldığını bulması gerekmektedir. Oysa Mete'nin yaşadığı Kebsil ile okların fırlatıldığı Horasan arasında binlerce mil yol vardır. Okların bu kadar uzak bir mesafeye ulaşması da oku atan kişiyi bulması da fizik ötesi bir olaydır. Ancak oklar, gerçekten de bu binlerce mil yolu kat etmiş ve Çoban da oku atan kişiyi bulmuştur. Yazar, romandaki bu iki zıt düşünceyi, kendi felsefî bakış açısı ile değerlendirmiş, okuyucuyu madde ile madde ötesi arasındaki noktaya çekmeye çalışmıştır. Zaten Üçüncü Ok'un hakikati de burada yatmaktadır. Çoban'ın Buhara'ya yaptığı yolculukta başından geçen olaylar, yaşadığı sevinçler, hüzünler ve aşklar hep o iki zıt olayın arasındaki noktayı aramakla geçmiştir. Okuyucu da Mete'nin (Çoban'ın) yaşadığı bu serüveni izlerken, iki olayın arasındaki noktaya yönelecek ve Mete ile beraber üçüncü ok'un o gizemli sırrını keşfedecektir. O iki olayın birisi "Beyaz", diğeri de "Siyah"tır. Yazara göre, beyaz bir maddedir; maddenin bir boyutu vardır; o boyutun iki ucu arasında bir mesafe, o mesafede de zaman vardır. Oysa siyah, bir madde değildir. Madde olmadığından bir boyutu yoktur; boyutu olmadığından mesafesi, mesafesi olmadığından da onda zaman yoktur. Çobanın da okuyucunun da bulacağı "Hakikat" bu ikisinin arasında gizlidir.
Üçüncü Ok, Doğu Karadeniz Bölgesi'nde yaşayan insanların, dillerinden düşmeyen bir halk öyküsünden araştırılarak romanlaştırılmıştır. Anlatılan konu, yaşanılan zamanlar, kişiler ve mekânlar tamamen gerçektir. Romanda geçen tüm olaylar, 1900'lü yılların başında yaşayan bir müderrisin (Yahyazade Ali Efendi) kırık bir okun üzerine akıttığı hüzün dolu bir gözyaşına kurgulanmıştır. Olay 1386 yılında Horasan'dan fırlatılan üç tane gizemli ok ile başlamaktadır. Okların her birisi ayrı bir gerçeği simgelemektedir ancak ÜÇÜNCÜ Ok'un yüklendiği anlam çok değerli ve önemlidir. Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan Mete ismindeki genç bir çoban, bu değerli oku bulan kişidir. Okun yüklendiği anlamı da bulabilmesi için okun kimin tarafından atıldığını bulması gerekmektedir. Oysa Mete'nin yaşadığı Kebsil ile okların fırlatıldığı Horasan arasında binlerce mil yol vardır. Okların bu kadar uzak bir mesafeye ulaşması da oku atan kişiyi bulması da fizik ötesi bir olaydır. Ancak oklar, gerçekten de bu binlerce mil yolu kat etmiş ve Çoban da oku atan kişiyi bulmuştur. Yazar, romandaki bu iki zıt düşünceyi, kendi felsefî bakış açısı ile değerlendirmiş, okuyucuyu madde ile madde ötesi arasındaki noktaya çekmeye çalışmıştır. Zaten Üçüncü Ok'un hakikati de burada yatmaktadır. Çoban'ın Buhara'ya yaptığı yolculukta başından geçen olaylar, yaşadığı sevinçler, hüzünler ve aşklar hep o iki zıt olayın arasındaki noktayı aramakla geçmiştir. Okuyucu da Mete'nin (Çoban'ın) yaşadığı bu serüveni izlerken, iki olayın arasındaki noktaya yönelecek ve Mete ile beraber üçüncü ok'un o gizemli sırrını keşfedecektir. O iki olayın birisi "Beyaz", diğeri de "Siyah"tır. Yazara göre, beyaz bir maddedir; maddenin bir boyutu vardır; o boyutun iki ucu arasında bir mesafe, o mesafede de zaman vardır. Oysa siyah, bir madde değildir. Madde olmadığından bir boyutu yoktur; boyutu olmadığından mesafesi, mesafesi olmadığından da onda zaman yoktur. Çobanın da okuyucunun da bulacağı "Hakikat" bu ikisinin arasında gizlidir.