Ne yazık ki Balkanlar'da günbegün çeteler gayelerine ulaşıyordu. Koskoca Osmanlı, Balkanlarda Müslüman Türk tebaasını bir avuç eşkıyanın insafına terk etmişti. Ayrılıkçı çetelerin gün geçmiyordu ki baskınsız bir gecesi geçsin. Her gece gözlerine kestirdikleri birkaç köyü ateşe veriyor, masum insanları katlediyor, namusu kirletilen iffet sahibi kızlar, kadınlar intihar ediyor, canlar gidiyor, ocaklar sönüyordu. Canını, malını kurtarmak isteyen Müslüman Türk, yüzyıllardır yaşadığı yerini yurdunu terk ediyor, kafileler halinde doğuya doğru akın akın göç ediyordu. Yüzyılların hatıraları artık çok gerilerde kalıyor, ak saçlı nineler, ak sakallı dedeler yorgun gözlerle geride kalan hatıralarına bir daha, bir daha bakıp derin derin ah çekiyorlardı. Zaten eşkıyanın da yapmak istediği buydu.
Eksi kırk dereceleri bulan şiddetli ayazla birlikte askerlerin gözündeki yaşlar donmaya başlamıştı. Bu donma gözlerinin kör olmasına sebep olmuştu. Arkadaşlarına ağlayan gözler donarak kör olmuştu ama askerler bunun farkında değillerdi. Onlar zifiri karanlıkta ilerledikleri için kör olduklarını fark etmemişlerdi. Zifiri karanlıkta ilerledikçe ilerliyorlar ama bir türlü sabah olmuyor, aydınlığı göremeyen gözler saatler ilerlemiş olmasına rağmen hala gecenin bitmediğini düşünüyordu. Bu kör ilerleyiş saatlerce sürmüş olmasına rağmen ne yol bitiyor ne de gece bitiyordu. Bir ara Rıfat Çavuş bu işe bir anlam verememiş, aradan uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala sabahın olmamasına şaşıp kalmıştı. Sonra da kendi kendine; “Demek soğuk gecelerin sabahı da geç oluyormuş” diye mırıldandı.
Yarbay Esat Bey, verilen görevi çok iyi anlamıştı. Süvari alayı kılıçlarını çekerek dörtnala, adeta uçarcasına söylenen yere koşuyordu. Savaş kokusu alan atlar bile mutluluktan yelelerini ve kuyruklarını kabartmışlardı. Anafartalar Köyünden geçerken düşman topçusunun dikkatini çekmişlerdi. Ama onların umurunda bile değildi. Top atışlarıyla vurulan atlar yere kapaklanıyor, üzerindeki süvariler on-on beş metre ileri fırlıyor, düştüğü yerden tekrar kalkarak elinde kılıcı koşmaya başlıyordu.
Ne yazık ki Balkanlar'da günbegün çeteler gayelerine ulaşıyordu. Koskoca Osmanlı, Balkanlarda Müslüman Türk tebaasını bir avuç eşkıyanın insafına terk etmişti. Ayrılıkçı çetelerin gün geçmiyordu ki baskınsız bir gecesi geçsin. Her gece gözlerine kestirdikleri birkaç köyü ateşe veriyor, masum insanları katlediyor, namusu kirletilen iffet sahibi kızlar, kadınlar intihar ediyor, canlar gidiyor, ocaklar sönüyordu. Canını, malını kurtarmak isteyen Müslüman Türk, yüzyıllardır yaşadığı yerini yurdunu terk ediyor, kafileler halinde doğuya doğru akın akın göç ediyordu. Yüzyılların hatıraları artık çok gerilerde kalıyor, ak saçlı nineler, ak sakallı dedeler yorgun gözlerle geride kalan hatıralarına bir daha, bir daha bakıp derin derin ah çekiyorlardı. Zaten eşkıyanın da yapmak istediği buydu.
Eksi kırk dereceleri bulan şiddetli ayazla birlikte askerlerin gözündeki yaşlar donmaya başlamıştı. Bu donma gözlerinin kör olmasına sebep olmuştu. Arkadaşlarına ağlayan gözler donarak kör olmuştu ama askerler bunun farkında değillerdi. Onlar zifiri karanlıkta ilerledikleri için kör olduklarını fark etmemişlerdi. Zifiri karanlıkta ilerledikçe ilerliyorlar ama bir türlü sabah olmuyor, aydınlığı göremeyen gözler saatler ilerlemiş olmasına rağmen hala gecenin bitmediğini düşünüyordu. Bu kör ilerleyiş saatlerce sürmüş olmasına rağmen ne yol bitiyor ne de gece bitiyordu. Bir ara Rıfat Çavuş bu işe bir anlam verememiş, aradan uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala sabahın olmamasına şaşıp kalmıştı. Sonra da kendi kendine; “Demek soğuk gecelerin sabahı da geç oluyormuş” diye mırıldandı.
Yarbay Esat Bey, verilen görevi çok iyi anlamıştı. Süvari alayı kılıçlarını çekerek dörtnala, adeta uçarcasına söylenen yere koşuyordu. Savaş kokusu alan atlar bile mutluluktan yelelerini ve kuyruklarını kabartmışlardı. Anafartalar Köyünden geçerken düşman topçusunun dikkatini çekmişlerdi. Ama onların umurunda bile değildi. Top atışlarıyla vurulan atlar yere kapaklanıyor, üzerindeki süvariler on-on beş metre ileri fırlıyor, düştüğü yerden tekrar kalkarak elinde kılıcı koşmaya başlıyordu.