Dr. Esad Feyzi Bey - Türk Radyolojisinin Öncüsü

Stok Kodu:
9786059393669
Boyut:
13.50x19.50
Sayfa Sayısı:
86
Basım Yeri:
Eskişehir
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2018-12
Kapak Türü:
Ciltsiz
Kağıt Türü:
1. Hamur
Dili:
Türkçe
%15 indirimli
35,00
29,75
9786059393669
390926
Dr. Esad Feyzi Bey - Türk Radyolojisinin Öncüsü
Dr. Esad Feyzi Bey - Türk Radyolojisinin Öncüsü
29.75

Bin yediyüzlü yılların başından itibaren Avrupa'da başlayan “Aydınlanma Çağı” iki çok önemli devrime yol açmıştır: “Fransız İhtilali” ve “Sanayi Devrimi”. Fransız İhtilali ile birlikte çoğu monarşik yönetimler devrilmiş, yerine cumhuriyet yönetimleri gelmiştir. Roma Katolik kilisesinin hegomonyası sarsılmış, kilise ciddi reformlara gitmek mecburiyetinde kalmıştır. Avrupa'da hür düşünce çağı açılmış ve bunun doğal sonucu olarak da bilim ve teknoloji hızla gelişerek “Sanayi Devrimi” ortaya çıkmıştır. “Sanayi Devrimi” veya “Endüstri Devrimi” ile üretimde insan gücünün yerini makineler almış, bunun getirisi olarak da başta İngiltere olmak üzere, batılı ülkelerde sermaye birikimi ve zenginleşmeye yol açmıştır.

Birinci sanayi devriminde enerji kaynağı olarak odun ve kömür kullanılıyordu. Kısa bir süre sonra ise petrolün ve elektriğin keşfi ile birlikte enerji kaynağı hemen tamamen petrol ve elektriğe dayanmaya başladı. Odun ve kömür buharlı makinelerin ana enerji kaynağı idi. Petrol ve elektriğin enerji kaynağı olarak sanayide yer alması, buharlı makinelerin yerini hızla benzinli ve dizel motorlarla elektrikli motorlara terk etmesi ile sonuçlandı. Tarihçiler buna “İkinci Sanayi Devrimi” diyorlar. Nitekim takip eden yıllarda nükleer enerjinin keşfi ile de “Üçüncü Sanayi Devrimi” başlamış oldu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun o yıllarda hüküm sürdüğü toprak lar, bilinen petrol yataklarının hemen hemen tamamını kapsıyordu. Dolayısı ile de sanayi devrimini geliştirmiş ülkelerin başında gelen İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin gözü Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında idi. Sanayi devrimini geliştirememiş Osmanlı bunu fark ettiği zaman ise artık çok geçti.

Her şeye rağmen, Tanzimat, Islahat fermanları, birinci ve ikinci Meşrutiyetle batılılaşmaya çalışmışsa da Osmanlı, batılı devletlerin gözünde artık toprakları paylaşılması gereken bir “Hasta adam”'dı.

Bin yediyüzlü, bin sekizyüzlü yılların tamamında ve bin dokuz yüzlü yılın ilk çeyreği Osmanlılar için savaşlarla dolu yıllar olup, imparatorluğun sürekli toprak kaybettiği yıllardır. Devlet ve halk fakirleşmiş, ekonomi çökmüş, ülke yönetilemez hale gelmişti. Bunun doğal sonucu olarak da Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ve sonunda Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.

Osmanlı İmparatorluğunda ilk mühendis okulları bin yediyüzlü yılların sonlarına doğru (Mühendishane-i Bahri Hümayun 1775'te ve Mühendishane-i Berri-i Hümayun 1795'te) kurulmuş olmasına rağmen ve bunların bir kısmında Avrupa'dan hocalar istihdam edilmiş olmasına rağmen bu okullar daha çok Üçüncü Selim zamanında yeni kurulan Nizamı-ı Cedid ordusunun ihtiyaçlarını karşıla maktan öteye geçememiştir. Sonuç olarak Osmanlı birinci ve ikinci sanayi devrimlerini geliştirememiştir.

Osmanlıda medrese tipi öğretimden çağdaş Tıp eğitimine geçiş, yine ordunun acil hekim ve cerrah ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla 14 Mart 1827 tarihinde “Tıphane ve Cerrahhane-i Amire” isimli okulun Şehzadebaşı'nda Tulumbacılar konağında açılması ile başlamıştır. Başlangıçta amaç orduya hekim ve cerrah yetiştirmek olsa da zamanla sivil halkın ihtiyacını karşılamak için sivil tıp okulu da açılmıştır. Eğitim dili Osmanlıcanın yanında İtalyanca ve Fransızca idi. İtalya ve Fransa'dan tıp kitapları anatomi atlasları getirtilmiş ilk defa ölmüş mahkumların kadavraları üzerinde tatbiki anatomi çalışmaları yapılmasına başlanmıştır. Kısa bir süre sonra hekim ve cerrah sınıfları “Tıphane-i Amire” ve “Cerrahhane-i Mamure” olarak ikiye ayrılmış, bir süre sonra görülen gerek üzerine iki okul “Mekteb-i Adliye-i Şahane der Asitane-i Aliyye” adı altında tekrar birleştirilmiştir. Bu okulun başına ise Viyana'dan Dr Charles Ambroise Bernard getirildi (Ekim 1838). Eğitim dili Fransızcaydı. Bir süre sonra okulun adı “Mekteb-i Adliye-i Şahane – İmparatorluk Tıp Okulu” oldu. 1867'de ilk sivil Tıp okulu “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye” kuruldu. Eğitim dili zamanla Fransızcadan Osmanlıcaya dönmeye başladı ve nihayet 1870 yılında tamamen Osmanlıcaya geçildi.

İkinci meşrutiyette 21 Kasım 1908'de “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye” Tıp Fakültesi oldu ve Darülfünun'a bağlandı. Reisliğine (Dekanlığına) Paris'te cerrahi ihtisası yapmış sonraları İstanbul Şehremenliği – Belediye Reisliği de yapmış olan Cemil Topuzlu Paşa getirildi. 1909'da “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ile birleşti. Osmanlı İmparatorluğunda Tıp alanındaki eğitim ve gelişmelere bakıldığı zaman batılı ülkelerle paralel bir gelişme gösterdiği söylenebilir. Tıp okulunun ta baştan kuruluşundan, Tıp Fakültesine evrilmesine kadar Avrupa'dan birçok tıp adamı değişik zamanlarda eğitimde görev alırken, Osmanlı hekimlerinin de alanlarında uzmanlaşmak için Avrupa'nın sayılı Tıp merkezlerinde eğitim alıp döndüklerini görüyoruz.

Birkaç örnek vermek gerekirse; 1847'de anestezide kloroformun kullanılması Dr Serviçen ve arkadaşları tarafından başlanmıştır. Dört Ocak 1848'de askeri tıbbiyenin son sınıfından 4 öğrenci Viyana Askeri Tıp Fakültesi'nde bitirme sınavına girerler ve sınavı üstün başarı ile verirler. Bu da o dönemde Osmanlı'da tıp eğitiminin Avrupa ile eşdeğer olduğunun bir başka kanıtıdır.

1885'te Zoeros Paşa ile Hüseyin Hüsnü ve Hüseyin Remzi Beyler Pariste Pasteur'un laboratuvarında 7 aylık bir eğitimden sonra İstanbul'a döndüklerinde 1887 yılında ilk kuduz aşısı serumunu geliştirip kuduz vakalarının tedavisinde başarıyla kullanırlar. Daha enteresanı Padişah İkinci Abdülhamitin Pasteur'e laboratuvarını geliştirmek için 800 altın göndermesidir.

1890 yılında Koch tüberkülini geliştirince Berlin'e hemen bir hekim heyeti gönderilir

1894 yılında Behring bilim dünyasına difteri serumunu açıklayınca tekniği öğrenmek için yanına gitmek üzere hemen bir hekim heyeti görevlendirilir...

Ve 1895 yılının Kasım ayında, Wilhelm Conrad Röntgen'in X-ışınlarını keşfinden sadece birkaç ay sonra Yüzbaşı Esad Feyzi'nin bunu bir Fransızca tıp dergisinde okuması ve kendi mütevazı olanakları ile Demirkapıdaki Gülhane Askeri Tıp Fakültesinin fizik labotatuvarında İstanbul'da ilk primitif X-ışını aracını geliştirmesidir.

Nitekim Esad Feyzi'nin geliştirdiği bu araç Osmanlı – Yunan Savaşında etkin bir biçimde kullanılmış ve dünya savaş hekimliğindeki yerini almıştır. Esad Feyzi X–ışınlarının tıbbın birçok alanında kullanılabileceğini kendi deneyimlerine dayanarak 1898 yılında yazdığı el yazması kitabında çok güzel bir biçimde göstermiştir.

İşte elinizdeki bu kitapta Yüzbaşı Esad Feyzi'nin bu heyecan verici hayat hikayesini okuyacaksınız....

Prof Dr Aytekin Besim

Bin yediyüzlü yılların başından itibaren Avrupa'da başlayan “Aydınlanma Çağı” iki çok önemli devrime yol açmıştır: “Fransız İhtilali” ve “Sanayi Devrimi”. Fransız İhtilali ile birlikte çoğu monarşik yönetimler devrilmiş, yerine cumhuriyet yönetimleri gelmiştir. Roma Katolik kilisesinin hegomonyası sarsılmış, kilise ciddi reformlara gitmek mecburiyetinde kalmıştır. Avrupa'da hür düşünce çağı açılmış ve bunun doğal sonucu olarak da bilim ve teknoloji hızla gelişerek “Sanayi Devrimi” ortaya çıkmıştır. “Sanayi Devrimi” veya “Endüstri Devrimi” ile üretimde insan gücünün yerini makineler almış, bunun getirisi olarak da başta İngiltere olmak üzere, batılı ülkelerde sermaye birikimi ve zenginleşmeye yol açmıştır.

Birinci sanayi devriminde enerji kaynağı olarak odun ve kömür kullanılıyordu. Kısa bir süre sonra ise petrolün ve elektriğin keşfi ile birlikte enerji kaynağı hemen tamamen petrol ve elektriğe dayanmaya başladı. Odun ve kömür buharlı makinelerin ana enerji kaynağı idi. Petrol ve elektriğin enerji kaynağı olarak sanayide yer alması, buharlı makinelerin yerini hızla benzinli ve dizel motorlarla elektrikli motorlara terk etmesi ile sonuçlandı. Tarihçiler buna “İkinci Sanayi Devrimi” diyorlar. Nitekim takip eden yıllarda nükleer enerjinin keşfi ile de “Üçüncü Sanayi Devrimi” başlamış oldu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun o yıllarda hüküm sürdüğü toprak lar, bilinen petrol yataklarının hemen hemen tamamını kapsıyordu. Dolayısı ile de sanayi devrimini geliştirmiş ülkelerin başında gelen İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin gözü Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında idi. Sanayi devrimini geliştirememiş Osmanlı bunu fark ettiği zaman ise artık çok geçti.

Her şeye rağmen, Tanzimat, Islahat fermanları, birinci ve ikinci Meşrutiyetle batılılaşmaya çalışmışsa da Osmanlı, batılı devletlerin gözünde artık toprakları paylaşılması gereken bir “Hasta adam”'dı.

Bin yediyüzlü, bin sekizyüzlü yılların tamamında ve bin dokuz yüzlü yılın ilk çeyreği Osmanlılar için savaşlarla dolu yıllar olup, imparatorluğun sürekli toprak kaybettiği yıllardır. Devlet ve halk fakirleşmiş, ekonomi çökmüş, ülke yönetilemez hale gelmişti. Bunun doğal sonucu olarak da Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ve sonunda Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.

Osmanlı İmparatorluğunda ilk mühendis okulları bin yediyüzlü yılların sonlarına doğru (Mühendishane-i Bahri Hümayun 1775'te ve Mühendishane-i Berri-i Hümayun 1795'te) kurulmuş olmasına rağmen ve bunların bir kısmında Avrupa'dan hocalar istihdam edilmiş olmasına rağmen bu okullar daha çok Üçüncü Selim zamanında yeni kurulan Nizamı-ı Cedid ordusunun ihtiyaçlarını karşıla maktan öteye geçememiştir. Sonuç olarak Osmanlı birinci ve ikinci sanayi devrimlerini geliştirememiştir.

Osmanlıda medrese tipi öğretimden çağdaş Tıp eğitimine geçiş, yine ordunun acil hekim ve cerrah ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla 14 Mart 1827 tarihinde “Tıphane ve Cerrahhane-i Amire” isimli okulun Şehzadebaşı'nda Tulumbacılar konağında açılması ile başlamıştır. Başlangıçta amaç orduya hekim ve cerrah yetiştirmek olsa da zamanla sivil halkın ihtiyacını karşılamak için sivil tıp okulu da açılmıştır. Eğitim dili Osmanlıcanın yanında İtalyanca ve Fransızca idi. İtalya ve Fransa'dan tıp kitapları anatomi atlasları getirtilmiş ilk defa ölmüş mahkumların kadavraları üzerinde tatbiki anatomi çalışmaları yapılmasına başlanmıştır. Kısa bir süre sonra hekim ve cerrah sınıfları “Tıphane-i Amire” ve “Cerrahhane-i Mamure” olarak ikiye ayrılmış, bir süre sonra görülen gerek üzerine iki okul “Mekteb-i Adliye-i Şahane der Asitane-i Aliyye” adı altında tekrar birleştirilmiştir. Bu okulun başına ise Viyana'dan Dr Charles Ambroise Bernard getirildi (Ekim 1838). Eğitim dili Fransızcaydı. Bir süre sonra okulun adı “Mekteb-i Adliye-i Şahane – İmparatorluk Tıp Okulu” oldu. 1867'de ilk sivil Tıp okulu “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye” kuruldu. Eğitim dili zamanla Fransızcadan Osmanlıcaya dönmeye başladı ve nihayet 1870 yılında tamamen Osmanlıcaya geçildi.

İkinci meşrutiyette 21 Kasım 1908'de “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye” Tıp Fakültesi oldu ve Darülfünun'a bağlandı. Reisliğine (Dekanlığına) Paris'te cerrahi ihtisası yapmış sonraları İstanbul Şehremenliği – Belediye Reisliği de yapmış olan Cemil Topuzlu Paşa getirildi. 1909'da “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ile birleşti. Osmanlı İmparatorluğunda Tıp alanındaki eğitim ve gelişmelere bakıldığı zaman batılı ülkelerle paralel bir gelişme gösterdiği söylenebilir. Tıp okulunun ta baştan kuruluşundan, Tıp Fakültesine evrilmesine kadar Avrupa'dan birçok tıp adamı değişik zamanlarda eğitimde görev alırken, Osmanlı hekimlerinin de alanlarında uzmanlaşmak için Avrupa'nın sayılı Tıp merkezlerinde eğitim alıp döndüklerini görüyoruz.

Birkaç örnek vermek gerekirse; 1847'de anestezide kloroformun kullanılması Dr Serviçen ve arkadaşları tarafından başlanmıştır. Dört Ocak 1848'de askeri tıbbiyenin son sınıfından 4 öğrenci Viyana Askeri Tıp Fakültesi'nde bitirme sınavına girerler ve sınavı üstün başarı ile verirler. Bu da o dönemde Osmanlı'da tıp eğitiminin Avrupa ile eşdeğer olduğunun bir başka kanıtıdır.

1885'te Zoeros Paşa ile Hüseyin Hüsnü ve Hüseyin Remzi Beyler Pariste Pasteur'un laboratuvarında 7 aylık bir eğitimden sonra İstanbul'a döndüklerinde 1887 yılında ilk kuduz aşısı serumunu geliştirip kuduz vakalarının tedavisinde başarıyla kullanırlar. Daha enteresanı Padişah İkinci Abdülhamitin Pasteur'e laboratuvarını geliştirmek için 800 altın göndermesidir.

1890 yılında Koch tüberkülini geliştirince Berlin'e hemen bir hekim heyeti gönderilir

1894 yılında Behring bilim dünyasına difteri serumunu açıklayınca tekniği öğrenmek için yanına gitmek üzere hemen bir hekim heyeti görevlendirilir...

Ve 1895 yılının Kasım ayında, Wilhelm Conrad Röntgen'in X-ışınlarını keşfinden sadece birkaç ay sonra Yüzbaşı Esad Feyzi'nin bunu bir Fransızca tıp dergisinde okuması ve kendi mütevazı olanakları ile Demirkapıdaki Gülhane Askeri Tıp Fakültesinin fizik labotatuvarında İstanbul'da ilk primitif X-ışını aracını geliştirmesidir.

Nitekim Esad Feyzi'nin geliştirdiği bu araç Osmanlı – Yunan Savaşında etkin bir biçimde kullanılmış ve dünya savaş hekimliğindeki yerini almıştır. Esad Feyzi X–ışınlarının tıbbın birçok alanında kullanılabileceğini kendi deneyimlerine dayanarak 1898 yılında yazdığı el yazması kitabında çok güzel bir biçimde göstermiştir.

İşte elinizdeki bu kitapta Yüzbaşı Esad Feyzi'nin bu heyecan verici hayat hikayesini okuyacaksınız....

Prof Dr Aytekin Besim

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat