Uzun zaman önce, Orta Asya'da etrafı sularla çevrili, dünyanın geri kalanı tarafından unutulmuş bir adada kıvılcım çoktan çakılmış, kudretli ateş hedefine doğru yolculuğa çıkmıştı. En iyi yaptığı şeyi yapıyor, geçtiği yerleri yakıp küle çeviriyordu. İnsanların çoğu, adına “dünya yükü” denilen farklı yüksekliklerdeki “imtihan dağları”nın altında ezilmiş, içlerinden pek azı zirveye tırmanabilmişti. Dağların tepesinde dalgalanan sancaklardan ise sadece birkaç tanesi lekesizdi. Yüksek sıra dağların altı, eriyip kül olmuş mücevherlerle doluydu. Ansızın yerin altından cılız bir ses işitildi. Düşenin sesiydi. Kibir, henüz tam olarak galip gelememişti demek. “Kül deyip geçme, aşkta tattım ateşi…” diye inledi yankılanan ses. Kül gibi dertliydi nağmeleri. Aşkı dağ olmuş, o dağın altında ezilmişti. Bir şans daha istiyordu ateşten. Ama yaşamak için değil, yeniden düşmek, yeniden yanmak için… Aşkta tatmıştı ateşi. O kadar inledi ki, “minnet ağacı”nın yanıp kül olan incisi sürekli, “Ey aşk, yüreğin kıblemdir bundan böyle” diye tekrarlıyordu. Dağ titredi. Koca kütle dayanamadı. Gözyaşları kaya olup aktı. İnci tekrar gün yüzü gördü. Yolculuk başladı. Yol uzun, duyulacak şey çok, kılavuz aşktı. Kibir tuzaklarını örüyor, aşk menzile yol alıyordu. Ama aşk cehennemin içinde küçücük bir ülkeydi, yanmadan gidilemeyen.
Bakalım bu kadim mücadeleden hangisi galip gelecek?
Kim düşecek?
Kim çıkacak?
Uzun zaman önce, Orta Asya'da etrafı sularla çevrili, dünyanın geri kalanı tarafından unutulmuş bir adada kıvılcım çoktan çakılmış, kudretli ateş hedefine doğru yolculuğa çıkmıştı. En iyi yaptığı şeyi yapıyor, geçtiği yerleri yakıp küle çeviriyordu. İnsanların çoğu, adına “dünya yükü” denilen farklı yüksekliklerdeki “imtihan dağları”nın altında ezilmiş, içlerinden pek azı zirveye tırmanabilmişti. Dağların tepesinde dalgalanan sancaklardan ise sadece birkaç tanesi lekesizdi. Yüksek sıra dağların altı, eriyip kül olmuş mücevherlerle doluydu. Ansızın yerin altından cılız bir ses işitildi. Düşenin sesiydi. Kibir, henüz tam olarak galip gelememişti demek. “Kül deyip geçme, aşkta tattım ateşi…” diye inledi yankılanan ses. Kül gibi dertliydi nağmeleri. Aşkı dağ olmuş, o dağın altında ezilmişti. Bir şans daha istiyordu ateşten. Ama yaşamak için değil, yeniden düşmek, yeniden yanmak için… Aşkta tatmıştı ateşi. O kadar inledi ki, “minnet ağacı”nın yanıp kül olan incisi sürekli, “Ey aşk, yüreğin kıblemdir bundan böyle” diye tekrarlıyordu. Dağ titredi. Koca kütle dayanamadı. Gözyaşları kaya olup aktı. İnci tekrar gün yüzü gördü. Yolculuk başladı. Yol uzun, duyulacak şey çok, kılavuz aşktı. Kibir tuzaklarını örüyor, aşk menzile yol alıyordu. Ama aşk cehennemin içinde küçücük bir ülkeydi, yanmadan gidilemeyen.
Bakalım bu kadim mücadeleden hangisi galip gelecek?
Kim düşecek?
Kim çıkacak?