İletişim çağı diyorlar içinde bulunduğumuz zamana. Teknoloji gelişti, ucuzladı avucumuzun içine yerleşti. Dünyanın diğer ucunda bile olsa birisine ulaşmak saniyeler sürüyor sadece. Görebiliyoruz, duyabiliyoruz, konuşabiliyoruz. Ama gözlemlediğim kadarıyla en çok yazmayı seviyoruz. İnsanlık tarihinin belki en çok yazı yazılan zamanını yaşıyoruz. Okul sıralarından sonra lüzum duymadıkça eline kalem kâğıt almamış olanlar bile telefonları ya da bilgisayarları ile birbirine mesajlar yolluyor. Bu durum paralelinde okuyan bir dünya doğuruyor aslında. Kitaplar devirmese de, nitelikli ya da niteliksiz binlerce kelime okuyor gözlerimiz. Ama biz ne istiyoruz?
Kelimeler bazı anlamlara gelmiyor, yetmiyor bazen, mesajlarımızın yanlarına ruh halimizi anlatan yüzler, karakterler iliştiriyoruz. Peki, biz ne istiyoruz?
“Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor.” diyor Oğuz Atay. Anlatmak istiyoruz.
“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.” diyor Oğuz Atay. Anlaşılmak istiyoruz.
Bunlar olmayınca iç dünyamıza dönüyoruz. Çünkü orada hayal kırıklığına yer yok. Yalnızlaşıyoruz. Bir gecekonduya saklanıp bizi bulsunlar diye bekliyoruz. Kendi içimizde başlayıp biten eğlenceler yaratıyoruz. Oyunlar oynamak istiyoruz ama kılımıza da zarar gelmesin derdindeyiz. Güzel şeyler düşlüyoruz. Lakin iyi şeyler birdenbire oluyor. Bu kadar sürüncemede geçen bir bekleyişin sonunda pek de hayal ettiğimiz şeyler çıkmıyor. İçimize attıkça hicran oluyor. Filmin adı ise “Buhran”.
Bu sayımızda Oğuz Atay merkezinden yola çıkarak onu, kalemlerinden etkilendiğini ötekileşmiş-tutunamamış karakterlerin hikayelerini işlediği kitaplarında isimlerinden sıkça söz ederek açık bir şekilde belli ettiği postmodernizmin dünya çapında iki büyük ustası James Joyce ve Vladimir Nabokov ile birlikte inceledik.
Yani yaşadıkları topluma ve zamana ait olmayan buhranlı üç büyük yazarın hikayesini…
İletişim çağı diyorlar içinde bulunduğumuz zamana. Teknoloji gelişti, ucuzladı avucumuzun içine yerleşti. Dünyanın diğer ucunda bile olsa birisine ulaşmak saniyeler sürüyor sadece. Görebiliyoruz, duyabiliyoruz, konuşabiliyoruz. Ama gözlemlediğim kadarıyla en çok yazmayı seviyoruz. İnsanlık tarihinin belki en çok yazı yazılan zamanını yaşıyoruz. Okul sıralarından sonra lüzum duymadıkça eline kalem kâğıt almamış olanlar bile telefonları ya da bilgisayarları ile birbirine mesajlar yolluyor. Bu durum paralelinde okuyan bir dünya doğuruyor aslında. Kitaplar devirmese de, nitelikli ya da niteliksiz binlerce kelime okuyor gözlerimiz. Ama biz ne istiyoruz?
Kelimeler bazı anlamlara gelmiyor, yetmiyor bazen, mesajlarımızın yanlarına ruh halimizi anlatan yüzler, karakterler iliştiriyoruz. Peki, biz ne istiyoruz?
“Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor.” diyor Oğuz Atay. Anlatmak istiyoruz.
“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.” diyor Oğuz Atay. Anlaşılmak istiyoruz.
Bunlar olmayınca iç dünyamıza dönüyoruz. Çünkü orada hayal kırıklığına yer yok. Yalnızlaşıyoruz. Bir gecekonduya saklanıp bizi bulsunlar diye bekliyoruz. Kendi içimizde başlayıp biten eğlenceler yaratıyoruz. Oyunlar oynamak istiyoruz ama kılımıza da zarar gelmesin derdindeyiz. Güzel şeyler düşlüyoruz. Lakin iyi şeyler birdenbire oluyor. Bu kadar sürüncemede geçen bir bekleyişin sonunda pek de hayal ettiğimiz şeyler çıkmıyor. İçimize attıkça hicran oluyor. Filmin adı ise “Buhran”.
Bu sayımızda Oğuz Atay merkezinden yola çıkarak onu, kalemlerinden etkilendiğini ötekileşmiş-tutunamamış karakterlerin hikayelerini işlediği kitaplarında isimlerinden sıkça söz ederek açık bir şekilde belli ettiği postmodernizmin dünya çapında iki büyük ustası James Joyce ve Vladimir Nabokov ile birlikte inceledik.
Yani yaşadıkları topluma ve zamana ait olmayan buhranlı üç büyük yazarın hikayesini…