Çağla Cömert'in kısa romanı „Göçmen“, okuyucuyu dehşete düşmüş bir kimliğin, tüyler ürpertici ve ıssız uçlarına, var oluşun her boyutunun (zaman, mekan, ilişkiler, benlik) muğlak bir özlük içinde belirsizleştiği bir iç dünya yolculuğuna çıkarıyor. Olayın geçtiği mekan olan Viyana, genç bir Türk kadın sanatçının birinci şahıs anlatısıyla tasvir edilen, gerçeklik hissini kaybetmeden içinde hayatta kalabilmenin bir güç gösterisine dönüştüğü soğuk, feci ve güvenilir hiç bir tutunma noktası olmayan bir dış dünya olarak tasvir ediliyor. Yabancı statüsüyle kendi varoluşunun hukuki ve toplumsal „meşruluk“ sorusunun üzerine gidilmesi ve bunun sorgulanması hem küçük düşürücü hem de varoluşu tehdit edici bir etki bırakıyor. Bu açıdan da birinci şahıs anlatımının kullanımı hem yerel, hem de Avrupa'da göç alan bir şehir özelinde bağlılıklar, sömürü mekanizmaları, hiyerarşiler sorununa değinmesiyle dar bir politik bağlam ile ilişki içine konuluyor. Bu mekanizmaların sadece tinsel değil fiziksel boyutta da tezahür etmesi, tekerrür eden bir fahişe imgesiyle örneklendiriliyor. Olayın kahramanının ruhsal ve bedensel durumunu tehlikeli bir konuma iten unsur ise, suratsız ve isimsiz bir erkek figürünün kahramanın kendi hayatı üzerinde tehditkar ve süregelen gölgesi olarak karşımıza çıkıyor.
Akıcı ve sürükleyici bir dille ve tasvir, monolog ve diyalog arasında büyük bir hızla gidip gelen anlatısıyla yazar, bir kadının kendini kaybetme tehdidi altındaki ve işaretlerin ölçülemez ve tutunulamaz olduğu bir dünyadaki sarsıntılara karşı eleştirel mantıkla savaşan iç yaşamını kaleme alıyor.
Sara Heigl
Çeviri: Başar Coşkun
Çağla Cömert'in kısa romanı „Göçmen“, okuyucuyu dehşete düşmüş bir kimliğin, tüyler ürpertici ve ıssız uçlarına, var oluşun her boyutunun (zaman, mekan, ilişkiler, benlik) muğlak bir özlük içinde belirsizleştiği bir iç dünya yolculuğuna çıkarıyor. Olayın geçtiği mekan olan Viyana, genç bir Türk kadın sanatçının birinci şahıs anlatısıyla tasvir edilen, gerçeklik hissini kaybetmeden içinde hayatta kalabilmenin bir güç gösterisine dönüştüğü soğuk, feci ve güvenilir hiç bir tutunma noktası olmayan bir dış dünya olarak tasvir ediliyor. Yabancı statüsüyle kendi varoluşunun hukuki ve toplumsal „meşruluk“ sorusunun üzerine gidilmesi ve bunun sorgulanması hem küçük düşürücü hem de varoluşu tehdit edici bir etki bırakıyor. Bu açıdan da birinci şahıs anlatımının kullanımı hem yerel, hem de Avrupa'da göç alan bir şehir özelinde bağlılıklar, sömürü mekanizmaları, hiyerarşiler sorununa değinmesiyle dar bir politik bağlam ile ilişki içine konuluyor. Bu mekanizmaların sadece tinsel değil fiziksel boyutta da tezahür etmesi, tekerrür eden bir fahişe imgesiyle örneklendiriliyor. Olayın kahramanının ruhsal ve bedensel durumunu tehlikeli bir konuma iten unsur ise, suratsız ve isimsiz bir erkek figürünün kahramanın kendi hayatı üzerinde tehditkar ve süregelen gölgesi olarak karşımıza çıkıyor.
Akıcı ve sürükleyici bir dille ve tasvir, monolog ve diyalog arasında büyük bir hızla gidip gelen anlatısıyla yazar, bir kadının kendini kaybetme tehdidi altındaki ve işaretlerin ölçülemez ve tutunulamaz olduğu bir dünyadaki sarsıntılara karşı eleştirel mantıkla savaşan iç yaşamını kaleme alıyor.
Sara Heigl
Çeviri: Başar Coşkun