İnsanlar günlük maskelerini takmışlar ve o aptal camdan hayatlarına aptal aptal, sırıtarak bakıyorlardı. Herkes artık gözümde sahteydi, yalancıydı. Her yüzden sahte maskeler akıyordu. İnsanlar güvenilmez ve bir o kadar acımasızdı ve eğer ayakta kalabilmek istiyorsanız siz de bu katliamın bir parçası olmalıydınız. Güveni, aşkı, sadakati diri diri gömmeli; sevgiyi, onuru, barışı canlı canlı yakmalıydınız. Hayatta kalabilmeniz için tek şart sizi üzenleri üzmenizdi. Hatta sizi üzmeyenleri de üzmenizdi. Üzmeden, kırıp dökmeden yaşamanız düşünülemezdi. Hayattaki tüm güzel şeylerin bir önemi olmuyordu şu milyarların gözünde.
Dönüp de kimse sormuyordu ki yaşamak mı bu. Bu kırgınlığın haddi hesabı sorulacak mı? Biz ne zaman kanlı ellerimizle bu masum dünyadaki katliama son vereceğiz? Kaç kalp kırdık şu güne değin, ya biz de bilmeden katil olduysak? Şiirler de var mıydı gerçekten? Ya öyküler, masallar, hikayeler… Onlar da gerçek miydi? Yaşamı duyumsamadan kaç yaşam yaşayacağız ellerimiz dizlerimiz yara bere içinde? Ya da biz hiç yaşayacak mıyız bunca günün herhangi birinde?
Şiir okuyan sesi tertemiz bir nehir üzerindeki dalgalara benziyordu, o kadar durgun ve o kadar sakin… Hani bazı sesler vardır, insanı sebepsizce mutlu eden, huzura erdiren… İşte Atilla'nın şiir okuması böyle bir şeydi. Bir annenin bebeğine ninnisi gibiydi, bir bebeğin gülüşü gibiydi. Bir ilkbahar sabahı altın güneşin vurduğu bir ağaca konmuş bir bülbülün şakıması gibiydi.
İnsanlar günlük maskelerini takmışlar ve o aptal camdan hayatlarına aptal aptal, sırıtarak bakıyorlardı. Herkes artık gözümde sahteydi, yalancıydı. Her yüzden sahte maskeler akıyordu. İnsanlar güvenilmez ve bir o kadar acımasızdı ve eğer ayakta kalabilmek istiyorsanız siz de bu katliamın bir parçası olmalıydınız. Güveni, aşkı, sadakati diri diri gömmeli; sevgiyi, onuru, barışı canlı canlı yakmalıydınız. Hayatta kalabilmeniz için tek şart sizi üzenleri üzmenizdi. Hatta sizi üzmeyenleri de üzmenizdi. Üzmeden, kırıp dökmeden yaşamanız düşünülemezdi. Hayattaki tüm güzel şeylerin bir önemi olmuyordu şu milyarların gözünde.
Dönüp de kimse sormuyordu ki yaşamak mı bu. Bu kırgınlığın haddi hesabı sorulacak mı? Biz ne zaman kanlı ellerimizle bu masum dünyadaki katliama son vereceğiz? Kaç kalp kırdık şu güne değin, ya biz de bilmeden katil olduysak? Şiirler de var mıydı gerçekten? Ya öyküler, masallar, hikayeler… Onlar da gerçek miydi? Yaşamı duyumsamadan kaç yaşam yaşayacağız ellerimiz dizlerimiz yara bere içinde? Ya da biz hiç yaşayacak mıyız bunca günün herhangi birinde?
Şiir okuyan sesi tertemiz bir nehir üzerindeki dalgalara benziyordu, o kadar durgun ve o kadar sakin… Hani bazı sesler vardır, insanı sebepsizce mutlu eden, huzura erdiren… İşte Atilla'nın şiir okuması böyle bir şeydi. Bir annenin bebeğine ninnisi gibiydi, bir bebeğin gülüşü gibiydi. Bir ilkbahar sabahı altın güneşin vurduğu bir ağaca konmuş bir bülbülün şakıması gibiydi.