II. Mahmud döneminde İrlandalı vaiz Robert Walsh, Britanya Büyükelçiliği vaizi olarak uzun yıllar İstanbul'da yaşadı. Yeniçeri ocağının kaldırılışına, Yunan ayaklanmasının yarattığı travmalara, İstanbul'u kasıp kavuran yangınlara ama her şeyden önemlisi de kentteki günlük hayata tanıklık etti. Örneğin Galatasaray'da elçilik sarayı yakınındaki bir kahvede izlediği meddahı anlatan satırları bize o kadar parlak bir tasvir sunar ki sanki onunla birlikte kahvede kahkahalar atan izleyicilerden biri gibi hissederiz kendimizi: “Türkler ona Kız Ahmed diyorlardı. Ramazan boyunca İngiliz Sarayı'nın yanındaki kahveyle anlaşmıştı... hayatımda onun kadar izleyici ilgisini üzerine çekebilen, kahkahaları ve ender olsa da, gözyaşlarını birlikte yaşatabilen bir başka adam görmedim... Canlandırdığı karakterleri hem sesiyle, hem de hareketleriyle çok güzel taklit ediyordu... Hikâyelerinden biri Sultan Murad'ın nedimi ama birçok hikâyenin de kahramanı olan Tıflî Çelebiyle ilgiliydi. Sultan, Tıflî'yi bir iş için İran şahına yollar, şah onu muhteşem biçimde ağırlar ve ... ona yarısı zümrüt, yarısı akik çok değerli bir elma verir, Tıflî de elmayı kendi sultanına göndermek ister, ama seçtiği ulak, doğru dürüst Türkçe konuşamadığı gibi kaba ve cahil biridir. Adam İstanbul'a ulaştığında sultanın evinin nerede olduğunu araştırmaya başlar... Sonunda sarayın yolunu bulur, herhangi bir görgü kuralı bilmediğinden doğrudan avlulara dalar, yeniçerilerden ve çavuşlardan epey bir değnek yer. Ama ... sonunda sultanın dikkatini çekerek yanına çağrılır.” II. Mahmud döneminde bir Ramazan günü gerçekleşen bir meddah gösterisine Walsh'tan başka kim bizi götürebilir? Veya İstanbul yangınlarının dramatik ayrıntılarını Walsh'tan başka kim aktarabilir? “Alevler ortalığı o kadar ısıtmıştı ki ... çevre evlerde oturanlar yavaş yavaş eşyalarını boşaltmaya başlamışlardı, zaten fazla bir şeyleri de yoktu. Evlerinde bizim evlerimizi tıka basa dolduran masa, iskemle, yatak ve benzeri eşyaları bulunmadığı için sahip oldukları bütün mobilya ... üstüne oturup yemek yedikleri ve akşamları da üstlerine bir yorgan çekip uyudukları divanın kalın minderleriydi. Alevler yan evi sarınca bunları sırtlanıp çıkıyorlardı. Evini terk edenler arasındaki yaşlı bir kadının varı yoğu bir elindeki tabure, diğer elindeki çıkrık, koltuk altlarında iki büyük sukabağı ile omuzundaki kediydi.”
II. Mahmud döneminde İrlandalı vaiz Robert Walsh, Britanya Büyükelçiliği vaizi olarak uzun yıllar İstanbul'da yaşadı. Yeniçeri ocağının kaldırılışına, Yunan ayaklanmasının yarattığı travmalara, İstanbul'u kasıp kavuran yangınlara ama her şeyden önemlisi de kentteki günlük hayata tanıklık etti. Örneğin Galatasaray'da elçilik sarayı yakınındaki bir kahvede izlediği meddahı anlatan satırları bize o kadar parlak bir tasvir sunar ki sanki onunla birlikte kahvede kahkahalar atan izleyicilerden biri gibi hissederiz kendimizi: “Türkler ona Kız Ahmed diyorlardı. Ramazan boyunca İngiliz Sarayı'nın yanındaki kahveyle anlaşmıştı... hayatımda onun kadar izleyici ilgisini üzerine çekebilen, kahkahaları ve ender olsa da, gözyaşlarını birlikte yaşatabilen bir başka adam görmedim... Canlandırdığı karakterleri hem sesiyle, hem de hareketleriyle çok güzel taklit ediyordu... Hikâyelerinden biri Sultan Murad'ın nedimi ama birçok hikâyenin de kahramanı olan Tıflî Çelebiyle ilgiliydi. Sultan, Tıflî'yi bir iş için İran şahına yollar, şah onu muhteşem biçimde ağırlar ve ... ona yarısı zümrüt, yarısı akik çok değerli bir elma verir, Tıflî de elmayı kendi sultanına göndermek ister, ama seçtiği ulak, doğru dürüst Türkçe konuşamadığı gibi kaba ve cahil biridir. Adam İstanbul'a ulaştığında sultanın evinin nerede olduğunu araştırmaya başlar... Sonunda sarayın yolunu bulur, herhangi bir görgü kuralı bilmediğinden doğrudan avlulara dalar, yeniçerilerden ve çavuşlardan epey bir değnek yer. Ama ... sonunda sultanın dikkatini çekerek yanına çağrılır.” II. Mahmud döneminde bir Ramazan günü gerçekleşen bir meddah gösterisine Walsh'tan başka kim bizi götürebilir? Veya İstanbul yangınlarının dramatik ayrıntılarını Walsh'tan başka kim aktarabilir? “Alevler ortalığı o kadar ısıtmıştı ki ... çevre evlerde oturanlar yavaş yavaş eşyalarını boşaltmaya başlamışlardı, zaten fazla bir şeyleri de yoktu. Evlerinde bizim evlerimizi tıka basa dolduran masa, iskemle, yatak ve benzeri eşyaları bulunmadığı için sahip oldukları bütün mobilya ... üstüne oturup yemek yedikleri ve akşamları da üstlerine bir yorgan çekip uyudukları divanın kalın minderleriydi. Alevler yan evi sarınca bunları sırtlanıp çıkıyorlardı. Evini terk edenler arasındaki yaşlı bir kadının varı yoğu bir elindeki tabure, diğer elindeki çıkrık, koltuk altlarında iki büyük sukabağı ile omuzundaki kediydi.”