Mimarlık, mühendislik, tasarım, kültür, sanat konu başlıklarında kitaplar yayımlayan YEM Yayın'ın İşte Hayat Böyle Bir Şey adlı yeni kitabı çıktı.Ressam Mehmet Bayraktar'ın 11 resminden ilham alan 11 yazarın özel olarak kaleme aldığı 11 özel öykünün yer aldığı İşte Hayat Böyle Bir Şey öykülerin ve resimlerin harmanlandığı disiplinlerarası bir çalışma olma niteliği taşıyor. Yazarların farklı bakış açılarıyla içinde yer aldıkları kitapta, Ercan Başer de, Mehmet Bayraktar'ın kitap Ile aynı adı taşıyan resim sergisinde yer alan diğer eserlerini de göz önünde bulundurarak yazdığı kritik ile bir estetik tartışmanın kapısını aralıyor.
Kitabı yayına hazırlayan; ressam, yazarlar, resimler ve öyküler arasında köprü olan Gamze Gülller kitabın "öykü"sünü şöyle özetliyor:
"….. Yazmak sözcüklerle resimler çizmektir belki. Kısacık öyküler, kendilerine özgü renkleri, dokuları, sesleriyle capcanlı imgeler yaratır zihnimizde. Metin ve imge üst üste biner, kaynaşır. İşte Mehmet Bayraktar resimleriyle ilk karşılaştığımda düşündüğüm tam da bu olmuştu: 'Bu resimlerin her biri birer öykü anlatıyor.' Renklerle, dokularla, imgelerle anlatıyor bu kez. Hepsi hayatın içinden, hayata dair. İnsanı çarpacak kadar gerçek ve sıradan.
Okurken de zihnimizde çeşitli imgeler belirir. Yalnızca yazılanı değil, yazılmayanı, ima edileni hatta yazarın belki de aklından geçirip yazmaktan vazgeçtiği şeyleri bile görmeye başlarız. Bu imgeler bazen kendi deneyimlerimizden çıkar gelir bazen de hiç bilmediğimiz bir dünyanın içinden. Belki de bu yüzden sadece metinle iletişim kurduğumuzu yani sadece onu anladığımızı değil aynı zamanda metnin de bizi anladığını düşünürüz. Sanattan daha güçlü başka bir iletişim var mıdır sahiden? Öyleyse bunun tam tersi de mümkün müdür? Bir resme bakarken resmin ötesine geçip okumalar yapmaya başlar mıyız farkına varmadan? Resmi 'anlamaya' başladığımızda resmin de bizi, hayatımızı 'anladığını' düşünmeye, bir taraftan kendi yaşamımızı keşfederken bir taraftan da bilmediğimiz bambaşka yaşamlar keşfetmeye başlar mıyız?
İnsan kendini hikâyelerle ifade eder. Hayat da gelişme bölümünde takılıp kaldığımız uzun bir hikâye değil midir zaten. Başımıza gelenleri hikâyelerle hatırlarız. Olan biteni hikâyelerle kaydederiz aklımıza. İyi bir hikâyemiz varsa altından kalkamayacağımız şey yoktur. Peki, iş resimlerin hikâyelerine geldiğinde ne olur? Zihnimiz hikâyeler kurmaya, anlatmaya bu kadar meraklıyken, iyi bir resmin karşısında sessiz kalabilir mi? Tıpkı okurken gözümüzün önünde sözcükler belirmesi gibi, bir resme bakarken de imge sözcükler ya da sözcük-imgeler belirmez mi aklımızda?
Dil düşünmenin temelinde yatar. Sözcüklerle düşünür, sözcüklerle ilerletiriz uygarlığı. Bildiğimiz her sözcük de kendine ait imgesiyle belirir zihnimizde. İmge ve sözcük arasındaki bağın en yetkin örneği olan hiyerogliflerden bu yana, ikisinin ayrılması için ne denli çaba sarf etmiş olursak olalım zihnimiz bu bağlantıyı kırmayı reddeder.
Öyleyse neden benzer bir düşünme, yaratma sürecinden geçmiş olan bir resmin sözcüklerinin peşine düşmeyelim?
….. Özellikle belirtmek gerekir ki, bu öyküleri derlerken bir bütünlük kaygımız yoktu. Yaratıcılığın ve çağrışımın peşinden gitmek esastı bizim için. Bu nedenle önem verdiğimiz tek şey yazarın bakış açısı oldu. 'Ressamın ortaya koyduğu' ve 'yazarın gördüğü' tamamen bağımsız bir yaratıcı süreç içinde bir araya geldi. Birbirinden bu kadar farklı iki sanat aynı sayfada bir araya gelecekse sınırları olmamalı diye düşündük. Ama bir kesişim kümeleri de vardı elbette, bu da hiç kuşkusuz estetikti. Resmin içindeki gerçeği ele geçirmeye çalışan 11 yazar farklı yerlerden sızmaya çalıştılar içine. Resmin gerçeğinin peşinde bir gerilla savaşına dönüştü çabamız. Kimi bir ayrıntı yakaladı onu resme sokacak, kim kocaman bir kapı buldu. Ama ne olursa olsun söylenen her şey eksik ama bir o kadar da fazlaydı. Zaten resmi resim, öyküyü de öykü yapan tam da buydu.
….. Bu derlemedeki öykülerin amacı resimleri destelemek ya da onları açıklamak değil. Her öykü, çağrışımı olan resimden bağımsız olarak kendi başına ayakta duruyor ve o resim olmaksızın da okunduğunda bambaşka edebi ve imgesel resimler çiziyor. Benzer zihinsel süreçler söz konusu olsa da her anlatı kendi kişileri, atmosferi, arka planı, dengesi ve tonuyla bağımsız bir öykü olarak varlığını sürdürüyor.
Bir resme baktığımızda ne görürüz? Ressamın resmi yaparken aklından geçirdiği, onu etkileyen, ona ilham veren her şeyi tam anlamıyla algılamamız, keşfetmemiz mümkün müdür? Yoksa gören göz sayısı kadar da farklı yorum mu vardır? Peki bir öyküyü okuduğumuzda ne düşünürüz? Yazarın anlattığının çok ötesinde anlamlar buluruz bazen. Onun hiç aklından geçmemiş olan yollara saparız. Bu bizi her seferinde şaşırtır. İşte, bu kadar çok yol ayrımının ve derinliğin olduğu bir yerde biz de yazmadan duramadık. Resimleri değil ama resimlerin bize çağrıştırdığı, bizde bıraktığı öyküleri anlattık. …..
Mimarlık, mühendislik, tasarım, kültür, sanat konu başlıklarında kitaplar yayımlayan YEM Yayın'ın İşte Hayat Böyle Bir Şey adlı yeni kitabı çıktı.Ressam Mehmet Bayraktar'ın 11 resminden ilham alan 11 yazarın özel olarak kaleme aldığı 11 özel öykünün yer aldığı İşte Hayat Böyle Bir Şey öykülerin ve resimlerin harmanlandığı disiplinlerarası bir çalışma olma niteliği taşıyor. Yazarların farklı bakış açılarıyla içinde yer aldıkları kitapta, Ercan Başer de, Mehmet Bayraktar'ın kitap Ile aynı adı taşıyan resim sergisinde yer alan diğer eserlerini de göz önünde bulundurarak yazdığı kritik ile bir estetik tartışmanın kapısını aralıyor.
Kitabı yayına hazırlayan; ressam, yazarlar, resimler ve öyküler arasında köprü olan Gamze Gülller kitabın "öykü"sünü şöyle özetliyor:
"….. Yazmak sözcüklerle resimler çizmektir belki. Kısacık öyküler, kendilerine özgü renkleri, dokuları, sesleriyle capcanlı imgeler yaratır zihnimizde. Metin ve imge üst üste biner, kaynaşır. İşte Mehmet Bayraktar resimleriyle ilk karşılaştığımda düşündüğüm tam da bu olmuştu: 'Bu resimlerin her biri birer öykü anlatıyor.' Renklerle, dokularla, imgelerle anlatıyor bu kez. Hepsi hayatın içinden, hayata dair. İnsanı çarpacak kadar gerçek ve sıradan.
Okurken de zihnimizde çeşitli imgeler belirir. Yalnızca yazılanı değil, yazılmayanı, ima edileni hatta yazarın belki de aklından geçirip yazmaktan vazgeçtiği şeyleri bile görmeye başlarız. Bu imgeler bazen kendi deneyimlerimizden çıkar gelir bazen de hiç bilmediğimiz bir dünyanın içinden. Belki de bu yüzden sadece metinle iletişim kurduğumuzu yani sadece onu anladığımızı değil aynı zamanda metnin de bizi anladığını düşünürüz. Sanattan daha güçlü başka bir iletişim var mıdır sahiden? Öyleyse bunun tam tersi de mümkün müdür? Bir resme bakarken resmin ötesine geçip okumalar yapmaya başlar mıyız farkına varmadan? Resmi 'anlamaya' başladığımızda resmin de bizi, hayatımızı 'anladığını' düşünmeye, bir taraftan kendi yaşamımızı keşfederken bir taraftan da bilmediğimiz bambaşka yaşamlar keşfetmeye başlar mıyız?
İnsan kendini hikâyelerle ifade eder. Hayat da gelişme bölümünde takılıp kaldığımız uzun bir hikâye değil midir zaten. Başımıza gelenleri hikâyelerle hatırlarız. Olan biteni hikâyelerle kaydederiz aklımıza. İyi bir hikâyemiz varsa altından kalkamayacağımız şey yoktur. Peki, iş resimlerin hikâyelerine geldiğinde ne olur? Zihnimiz hikâyeler kurmaya, anlatmaya bu kadar meraklıyken, iyi bir resmin karşısında sessiz kalabilir mi? Tıpkı okurken gözümüzün önünde sözcükler belirmesi gibi, bir resme bakarken de imge sözcükler ya da sözcük-imgeler belirmez mi aklımızda?
Dil düşünmenin temelinde yatar. Sözcüklerle düşünür, sözcüklerle ilerletiriz uygarlığı. Bildiğimiz her sözcük de kendine ait imgesiyle belirir zihnimizde. İmge ve sözcük arasındaki bağın en yetkin örneği olan hiyerogliflerden bu yana, ikisinin ayrılması için ne denli çaba sarf etmiş olursak olalım zihnimiz bu bağlantıyı kırmayı reddeder.
Öyleyse neden benzer bir düşünme, yaratma sürecinden geçmiş olan bir resmin sözcüklerinin peşine düşmeyelim?
….. Özellikle belirtmek gerekir ki, bu öyküleri derlerken bir bütünlük kaygımız yoktu. Yaratıcılığın ve çağrışımın peşinden gitmek esastı bizim için. Bu nedenle önem verdiğimiz tek şey yazarın bakış açısı oldu. 'Ressamın ortaya koyduğu' ve 'yazarın gördüğü' tamamen bağımsız bir yaratıcı süreç içinde bir araya geldi. Birbirinden bu kadar farklı iki sanat aynı sayfada bir araya gelecekse sınırları olmamalı diye düşündük. Ama bir kesişim kümeleri de vardı elbette, bu da hiç kuşkusuz estetikti. Resmin içindeki gerçeği ele geçirmeye çalışan 11 yazar farklı yerlerden sızmaya çalıştılar içine. Resmin gerçeğinin peşinde bir gerilla savaşına dönüştü çabamız. Kimi bir ayrıntı yakaladı onu resme sokacak, kim kocaman bir kapı buldu. Ama ne olursa olsun söylenen her şey eksik ama bir o kadar da fazlaydı. Zaten resmi resim, öyküyü de öykü yapan tam da buydu.
….. Bu derlemedeki öykülerin amacı resimleri destelemek ya da onları açıklamak değil. Her öykü, çağrışımı olan resimden bağımsız olarak kendi başına ayakta duruyor ve o resim olmaksızın da okunduğunda bambaşka edebi ve imgesel resimler çiziyor. Benzer zihinsel süreçler söz konusu olsa da her anlatı kendi kişileri, atmosferi, arka planı, dengesi ve tonuyla bağımsız bir öykü olarak varlığını sürdürüyor.
Bir resme baktığımızda ne görürüz? Ressamın resmi yaparken aklından geçirdiği, onu etkileyen, ona ilham veren her şeyi tam anlamıyla algılamamız, keşfetmemiz mümkün müdür? Yoksa gören göz sayısı kadar da farklı yorum mu vardır? Peki bir öyküyü okuduğumuzda ne düşünürüz? Yazarın anlattığının çok ötesinde anlamlar buluruz bazen. Onun hiç aklından geçmemiş olan yollara saparız. Bu bizi her seferinde şaşırtır. İşte, bu kadar çok yol ayrımının ve derinliğin olduğu bir yerde biz de yazmadan duramadık. Resimleri değil ama resimlerin bize çağrıştırdığı, bizde bıraktığı öyküleri anlattık. …..