Bernhardyen bir üslup, kapalı, acımasız, tiryakilik yaratacak bir metin "Kar Adam"
Dayatılanın değil seçtiklerinizin arkasından gidin.
Ülkesi Yugoslavya'nın adım adım parçalandığı, savaşın tüm hızıyla sürdüğü bir anda Kanada'daki bir üniversiteden iş teklifi alan edebiyat profesörü, bu yeni, güvenli ancak steril dünyada bulunuşunun tedirginliğini derinden hisseder. Tıpkı yaşayacağı evde bulduğu haritalardaki sınır çizgilerinin, insan topluluklarının, ulusların anlamını yitirişi gibi, zihninin bütün katmanlarında ayrışmaya ve ait olduğu bedene yabancılaşmaya başlar. Albahari, zamanımızın kahramanını şekillendirirken düşünce evrenine başrolü veriyor ve felsefi bir düzlemde varoluşun yanılsamalarını Bernhardyen bir üslupla yeniden sorguluyor.
Üniversite değildi aslında meselem, eğitime duyulan inançtan, öğrenim sisteminden, başka bir deyişle her şeyden, bilimden, tanımlardan, inkarlar ve denklemlerin toplamından, her şeyi öğretebileceğini savunan öğrenim sisteminden nefret ediyordum. Dekana gidip kalamayacağımı söylemeyi düşünüyordum. Kendisinden dolayı değil tabii, bunu özellikle vurgulamalıydım; eğitim inancından, özellikle sanat eğitimine duyulan inançtan, sanatın kendisinden, sanat için sanat yapanlardan, kelimelerin arasındaki boşluktan, sesler arasındaki sessizlikten, renkler arasındaki beyazlıktan dolayı. Yazma ediminin öğrenilebileceğine inananlar, şiir ve hikayenin yapım ve inşaat olduğunu sananlar aslında onların gerçek doğasını anlamayacak.
Halbuki böyle bir kişi, bir şey yazabilse bile harfler, sözler ve dilbilgisi olarak kalacak, çünkü yazdıkları ancak inşaat kalıntıları, mimari artıklar, dil iskeletleri olacak. Artık hiçbir şeyi düşünmüyordum, nefretin içime dolmasına izin verdim, “inşaat, artıklar, iskeletler...” gittikçe daha yüksek sesle tekrarlıyordum, en sonunda sesimin tüm gücüyle tekrarlıyordum.
Bernhardyen bir üslup, kapalı, acımasız, tiryakilik yaratacak bir metin "Kar Adam"
Dayatılanın değil seçtiklerinizin arkasından gidin.
Ülkesi Yugoslavya'nın adım adım parçalandığı, savaşın tüm hızıyla sürdüğü bir anda Kanada'daki bir üniversiteden iş teklifi alan edebiyat profesörü, bu yeni, güvenli ancak steril dünyada bulunuşunun tedirginliğini derinden hisseder. Tıpkı yaşayacağı evde bulduğu haritalardaki sınır çizgilerinin, insan topluluklarının, ulusların anlamını yitirişi gibi, zihninin bütün katmanlarında ayrışmaya ve ait olduğu bedene yabancılaşmaya başlar. Albahari, zamanımızın kahramanını şekillendirirken düşünce evrenine başrolü veriyor ve felsefi bir düzlemde varoluşun yanılsamalarını Bernhardyen bir üslupla yeniden sorguluyor.
Üniversite değildi aslında meselem, eğitime duyulan inançtan, öğrenim sisteminden, başka bir deyişle her şeyden, bilimden, tanımlardan, inkarlar ve denklemlerin toplamından, her şeyi öğretebileceğini savunan öğrenim sisteminden nefret ediyordum. Dekana gidip kalamayacağımı söylemeyi düşünüyordum. Kendisinden dolayı değil tabii, bunu özellikle vurgulamalıydım; eğitim inancından, özellikle sanat eğitimine duyulan inançtan, sanatın kendisinden, sanat için sanat yapanlardan, kelimelerin arasındaki boşluktan, sesler arasındaki sessizlikten, renkler arasındaki beyazlıktan dolayı. Yazma ediminin öğrenilebileceğine inananlar, şiir ve hikayenin yapım ve inşaat olduğunu sananlar aslında onların gerçek doğasını anlamayacak.
Halbuki böyle bir kişi, bir şey yazabilse bile harfler, sözler ve dilbilgisi olarak kalacak, çünkü yazdıkları ancak inşaat kalıntıları, mimari artıklar, dil iskeletleri olacak. Artık hiçbir şeyi düşünmüyordum, nefretin içime dolmasına izin verdim, “inşaat, artıklar, iskeletler...” gittikçe daha yüksek sesle tekrarlıyordum, en sonunda sesimin tüm gücüyle tekrarlıyordum.