Yazmanın, büyücülükle ilgileri tartışılsa da, büyülü bir çekiciliği olduğu söylenir; bunu, deneyim olarak yaşamına katanların bu çekicilikten söz etmek için fırsat kolladıkları bilinir. Anılara güvenmenin, çocukluğumuza dayanan hayal gücünün, yeni bir dünya oluşturma cesaretinin, zekâmızın, bir metin oluşturma kararlılığımızın, estetik anlayışımızın, dilin o tuhaf albenisinin ve sınırlarının ortaklığı içinde hareket eden yazma dürtüsü, kaynağı ne olursa olsun, kendimizi gerçekleştirme tutkusunun bir sonucudur. "Yazma" eyleminin nedenini temellendiren birçok kuram ve açıklama çabası var. Ancak, yapılan söyleşilerde, dost meclislerinde ve kendileri için saklamaya çalıştıkları sırlarında büyük yazarlar, kulağınıza eğilip, aslında şunu fısıldarlar: "Neden yazdığımı bilmiyorum."
Nihai ve kadim olan bu sorunsal, bazen "neden var olduğumu bilmiyorum," yanıtı ile eş değerdir. Yine de yazmak isteriz, yine de. Sadece acımızı ya da hayallerimizi değil, sadece bize ait olan bir dünyayı, hatta paylaşmaya bile gerek duymadan, sınırları bu dünyaya değen ve aynı zamanda bu dünyayla arasına kendisi için korunaklı bir çit çeken bir alan oluşturmaya çalışırız, yazarak.
Bu dünyanın sıkıcılığından korkup -haklı bir duygudur bu- ve keyifli kahvaltıları yarıda bırakıp, köprüler geçerek, daha önce birbirini hiç görmemiş insanlarla bir araya gelmek, onlarla yazının imkânlarını konuşmak ve öyküler yazmak için koştuğumuz zamanları içinde tutar, bu tutku. Amaç, bir araya gelmekten daha çok elbette yazmaktır, bir öykünün bizden bu insanlara evirilmesini sağlamak. Ya da bol coşkulu, bol kahkahalı arkadaş toplantılarından, hatta mesai yorgunluğundan bile vazgeçerek Atölye'de bir sandalyeye yerleşebilmek için.
Yoğun bir tutku, öykü yazıp atölyedeki arkadaşlarla paylaşmak. Elbette, burada sadece edebiyat üzerine söz sahibi olduklarını düşünenler tarafından değil, bu atölyelerin etkili varlığına inananlarca da bu atölyelerin ne işe yaradıkları soruşturulabilir. Artık, Anglo-Sakson dünyada gelenekselleşmiş, hem akademide hem de toplumsal aşamada varlığını kabul ettirebilmiş olan bu yapı, yayınevlerinin plazalardan dünyaya baktığı, usta yazarların bulunduğu merkezlerin kalabalık içinde kaybolduğu bu dönemde, neredeyse bir gereklilik. Bu koşul içinde, yazı atölyelerinin edebiyatın varlığına -şu ana kadar çok belirgin biçimde olmasa da- bir katma değer getirdiği, bırakın dergi ya da yayınevlerinden rol çalmayı, onları uzlaştırıcı bir güce sahip olduğu ortada.
Bu antoloji de, tüm bu kaygıların oluşturduğu nedenlerle var oldu. Deyim yerindeyse, yapıldı. Yüzlerce katılımcının ortak çabasıyla bir araya gelen öyküler var bu iki kapak arasında. Bazılarına değineceğim: Hatice Dedeler'in oldukça yetkin dile sahip "İki Uyku Arası", Esin Kıramer'in üst-kurmaca seçeneğini yalın bir izlekle gerçekleştiren "Geride Kalan", Mehmet Gökap'in ikinci tekil şahıs tekniğiyle yazılmış "Karabasan" adlı öyküleri, yazarlarının ilk öyküleri olması ve bunları atölyede kaleme almış olmaları açısından benim için önemli. Öncesinde kalemleri çalışan İlknur Eşsiz'in "Saksağan'ın Fısıltısı" ve Özcan Yılmaz'ın burada yer almayan "Pis Adam"ı da anılmaya değer. Tümer Yıldırım'ın da bir dergi de yayımlanan "Şarabi"si kendi kulvarında oldukça etkili. Elbette tümü "ilk adımlar" oldukları düşünülebilir ama şu an onlarla tanışana estetik/anlam boyutunda okuma zevki barındırıyor, içlerinde.
Yine, Ufuk Keleş'in burada yer almayan ve Yusuf Atılgan'a yaklaşmak için yazılan "Zebercet" öyküsünü yine zor bir teknikle, yani ikinci tekil şahısla oluşturulması ve Süphan Olcay'ın kendi dilini oluştururken çok farklı dünyaları anlatabilmesi, Gökay Çakmak'ın ilk öyküsünden beri hızla olgunlaşan yazın anlayışı, Zeynep Özney'in seçtiği temaya sadık kalıp üretmeye devam etmesi dikkate değer. Merve Üney, Arzu Şatana, Mahmut Gazi Ketenci gibi isimlerin öyküleri bir solukta okunabiliyor. Burada, Mahmut Gazi Ketenci'ye değinmek istiyorum. Ona, -herkese olduğu gibi- yazının sınırları ve imkânları anlatıldığında yüzündeki ifade değişti ve bir sonraki toplantıya, açık yapıtın kurallarını içinde tutan, aynı zamanda ona karşıt, onun kurallarına karşı koyan "Geçmiş" adlı öyküyle geldi ve meydan okudu. Edebiyatın içinde olması gerektiği kadar ve gerektiği gibi. Bu kitap, birçok dünyayı içinde tutuyor: Ne eksik ne fazla; buraya kadar anlattığım kadarıyla ve tıpkı anlattığım gibi.
Yazmanın, büyücülükle ilgileri tartışılsa da, büyülü bir çekiciliği olduğu söylenir; bunu, deneyim olarak yaşamına katanların bu çekicilikten söz etmek için fırsat kolladıkları bilinir. Anılara güvenmenin, çocukluğumuza dayanan hayal gücünün, yeni bir dünya oluşturma cesaretinin, zekâmızın, bir metin oluşturma kararlılığımızın, estetik anlayışımızın, dilin o tuhaf albenisinin ve sınırlarının ortaklığı içinde hareket eden yazma dürtüsü, kaynağı ne olursa olsun, kendimizi gerçekleştirme tutkusunun bir sonucudur. "Yazma" eyleminin nedenini temellendiren birçok kuram ve açıklama çabası var. Ancak, yapılan söyleşilerde, dost meclislerinde ve kendileri için saklamaya çalıştıkları sırlarında büyük yazarlar, kulağınıza eğilip, aslında şunu fısıldarlar: "Neden yazdığımı bilmiyorum."
Nihai ve kadim olan bu sorunsal, bazen "neden var olduğumu bilmiyorum," yanıtı ile eş değerdir. Yine de yazmak isteriz, yine de. Sadece acımızı ya da hayallerimizi değil, sadece bize ait olan bir dünyayı, hatta paylaşmaya bile gerek duymadan, sınırları bu dünyaya değen ve aynı zamanda bu dünyayla arasına kendisi için korunaklı bir çit çeken bir alan oluşturmaya çalışırız, yazarak.
Bu dünyanın sıkıcılığından korkup -haklı bir duygudur bu- ve keyifli kahvaltıları yarıda bırakıp, köprüler geçerek, daha önce birbirini hiç görmemiş insanlarla bir araya gelmek, onlarla yazının imkânlarını konuşmak ve öyküler yazmak için koştuğumuz zamanları içinde tutar, bu tutku. Amaç, bir araya gelmekten daha çok elbette yazmaktır, bir öykünün bizden bu insanlara evirilmesini sağlamak. Ya da bol coşkulu, bol kahkahalı arkadaş toplantılarından, hatta mesai yorgunluğundan bile vazgeçerek Atölye'de bir sandalyeye yerleşebilmek için.
Yoğun bir tutku, öykü yazıp atölyedeki arkadaşlarla paylaşmak. Elbette, burada sadece edebiyat üzerine söz sahibi olduklarını düşünenler tarafından değil, bu atölyelerin etkili varlığına inananlarca da bu atölyelerin ne işe yaradıkları soruşturulabilir. Artık, Anglo-Sakson dünyada gelenekselleşmiş, hem akademide hem de toplumsal aşamada varlığını kabul ettirebilmiş olan bu yapı, yayınevlerinin plazalardan dünyaya baktığı, usta yazarların bulunduğu merkezlerin kalabalık içinde kaybolduğu bu dönemde, neredeyse bir gereklilik. Bu koşul içinde, yazı atölyelerinin edebiyatın varlığına -şu ana kadar çok belirgin biçimde olmasa da- bir katma değer getirdiği, bırakın dergi ya da yayınevlerinden rol çalmayı, onları uzlaştırıcı bir güce sahip olduğu ortada.
Bu antoloji de, tüm bu kaygıların oluşturduğu nedenlerle var oldu. Deyim yerindeyse, yapıldı. Yüzlerce katılımcının ortak çabasıyla bir araya gelen öyküler var bu iki kapak arasında. Bazılarına değineceğim: Hatice Dedeler'in oldukça yetkin dile sahip "İki Uyku Arası", Esin Kıramer'in üst-kurmaca seçeneğini yalın bir izlekle gerçekleştiren "Geride Kalan", Mehmet Gökap'in ikinci tekil şahıs tekniğiyle yazılmış "Karabasan" adlı öyküleri, yazarlarının ilk öyküleri olması ve bunları atölyede kaleme almış olmaları açısından benim için önemli. Öncesinde kalemleri çalışan İlknur Eşsiz'in "Saksağan'ın Fısıltısı" ve Özcan Yılmaz'ın burada yer almayan "Pis Adam"ı da anılmaya değer. Tümer Yıldırım'ın da bir dergi de yayımlanan "Şarabi"si kendi kulvarında oldukça etkili. Elbette tümü "ilk adımlar" oldukları düşünülebilir ama şu an onlarla tanışana estetik/anlam boyutunda okuma zevki barındırıyor, içlerinde.
Yine, Ufuk Keleş'in burada yer almayan ve Yusuf Atılgan'a yaklaşmak için yazılan "Zebercet" öyküsünü yine zor bir teknikle, yani ikinci tekil şahısla oluşturulması ve Süphan Olcay'ın kendi dilini oluştururken çok farklı dünyaları anlatabilmesi, Gökay Çakmak'ın ilk öyküsünden beri hızla olgunlaşan yazın anlayışı, Zeynep Özney'in seçtiği temaya sadık kalıp üretmeye devam etmesi dikkate değer. Merve Üney, Arzu Şatana, Mahmut Gazi Ketenci gibi isimlerin öyküleri bir solukta okunabiliyor. Burada, Mahmut Gazi Ketenci'ye değinmek istiyorum. Ona, -herkese olduğu gibi- yazının sınırları ve imkânları anlatıldığında yüzündeki ifade değişti ve bir sonraki toplantıya, açık yapıtın kurallarını içinde tutan, aynı zamanda ona karşıt, onun kurallarına karşı koyan "Geçmiş" adlı öyküyle geldi ve meydan okudu. Edebiyatın içinde olması gerektiği kadar ve gerektiği gibi. Bu kitap, birçok dünyayı içinde tutuyor: Ne eksik ne fazla; buraya kadar anlattığım kadarıyla ve tıpkı anlattığım gibi.