Yarım saat sonra gök gürüldemeye, tek tük şimşekler çakmaya başladı. Her şimşek çaktığında yürüyüş kolu bir kaç saniyelik aydınlığa kavuşuyor, biraz dağınık olan dörderli sıralar kendilerini düzeltiyordu. Derken yağmur çiselemeye başladı. Yağmurdan zarar görmesin diye omuzlardaki tüfekler çıkarıldı ve namlu aşağıya gelecek biçimde yeniden omuzlara asıldı. Ardından yağmur sağanağa döndü. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Önceleri hafif esen rüzgar yerini fırtınaya bıraktı. Cılız ışıklı fenerlerin ıslanan camları çatlamaya, dağılmaya başladı. Fenerlerin birer ikişer sönmesiyle koyu karanlığa gömüldü yürüyüş kolu. Yürüyüş kolunun bozulmaması, erlerin kaybolmaması için birbirleriyle konuşmalarına izin verildi.
Elbiseleri aşan ıslaklık bedenleri sarmaya, bozkırın tozlu toprağı cıvık çamura dönüşmeye başladı. Tepeden tırnağa sırılsıklam olan savaşçıları gecenin soğuğu titretiyordu. Gök yerle birleşmiş, yer çamur denizi olmuştu. Ağırlaşan ayakkabılar, kayan ayaklar adımları yavaşlatmıştı. Gök gürültüsü, yağmur ve fırtınanın uğultusu, yürüyüş kolunu bozmamak için birbirlerine seslenen savaşçıların seslerini bastırıyordu. Doğanın çıkardığı sesler ve insanların bağırtısı birbirine karışıyordu. Bu sırada, yürüyüş kolunun arkalarındaki bölüklerden biri kendine ortak bir dil buldu. Bütün bölük, bir ağızdan günlerdir Sakarya'ya bakan tepelerde yankılanan bir türküyü söylemeye koyuldu. Havası ve ritmiyle daha çok bir marşa benziyor, yürüyüş temposuna uyuyordu.
"Ankara'nın taşına bak Gözlerimin yaşına bak Biz Yunan'a esir olduk Şu feleğin işina bak"
Bu marş halkın bağrından çıkmıştı. Sözüyle müziğiyle halkın yarattığı bir marştı. Ulusal bir yakınmayı dile getiriyordu. Marş, elektrik çarpmış gibi öteki bölüklere, taburlara, alaylara yayıldı. Gecenin koyu karanlığında yürüyen 57.Tümen tek bir ses olmuştu...
Yarım saat sonra gök gürüldemeye, tek tük şimşekler çakmaya başladı. Her şimşek çaktığında yürüyüş kolu bir kaç saniyelik aydınlığa kavuşuyor, biraz dağınık olan dörderli sıralar kendilerini düzeltiyordu. Derken yağmur çiselemeye başladı. Yağmurdan zarar görmesin diye omuzlardaki tüfekler çıkarıldı ve namlu aşağıya gelecek biçimde yeniden omuzlara asıldı. Ardından yağmur sağanağa döndü. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Önceleri hafif esen rüzgar yerini fırtınaya bıraktı. Cılız ışıklı fenerlerin ıslanan camları çatlamaya, dağılmaya başladı. Fenerlerin birer ikişer sönmesiyle koyu karanlığa gömüldü yürüyüş kolu. Yürüyüş kolunun bozulmaması, erlerin kaybolmaması için birbirleriyle konuşmalarına izin verildi.
Elbiseleri aşan ıslaklık bedenleri sarmaya, bozkırın tozlu toprağı cıvık çamura dönüşmeye başladı. Tepeden tırnağa sırılsıklam olan savaşçıları gecenin soğuğu titretiyordu. Gök yerle birleşmiş, yer çamur denizi olmuştu. Ağırlaşan ayakkabılar, kayan ayaklar adımları yavaşlatmıştı. Gök gürültüsü, yağmur ve fırtınanın uğultusu, yürüyüş kolunu bozmamak için birbirlerine seslenen savaşçıların seslerini bastırıyordu. Doğanın çıkardığı sesler ve insanların bağırtısı birbirine karışıyordu. Bu sırada, yürüyüş kolunun arkalarındaki bölüklerden biri kendine ortak bir dil buldu. Bütün bölük, bir ağızdan günlerdir Sakarya'ya bakan tepelerde yankılanan bir türküyü söylemeye koyuldu. Havası ve ritmiyle daha çok bir marşa benziyor, yürüyüş temposuna uyuyordu.
"Ankara'nın taşına bak Gözlerimin yaşına bak Biz Yunan'a esir olduk Şu feleğin işina bak"
Bu marş halkın bağrından çıkmıştı. Sözüyle müziğiyle halkın yarattığı bir marştı. Ulusal bir yakınmayı dile getiriyordu. Marş, elektrik çarpmış gibi öteki bölüklere, taburlara, alaylara yayıldı. Gecenin koyu karanlığında yürüyen 57.Tümen tek bir ses olmuştu...