"Upuzun bir düş... İstanbul". Beşbin yıl önceden gelen izler taşır her köşesinde, Sonra uygarlıklar; Doğu Roma, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti. Ve günümüzün tüm sosyal katmanlarını potasında karıştırarak.. Binyıllar öteden izlerde gizleri ararken simit arabasının başında düşlere dalana yakınlık duyarak. Truva kadınlarını anımsatarak Sultanahmet önünde salınana gözümüz kayarak. Hemen ayağımızın dibindeki güvercinlerin dem çekişlerinden küçüklerin kaybolup büyüklüklerin kaldığı geri alana. Üç tekerli bisikletinin keyfini çıkaran çocuktan minare boyu havaya kalkmış gibi görünen çamaşırlara. Nafakasını kağıt toplayarak çıkarmaya çalışandan her katında farklı ayrıntılar sergileyen eski yapıların yukarılarına. İstanbul'da böylesi yapılar çoktur ve başımızı kaldırıp pek de bakmayız. Gerçekte neler vardır o yukarılarda.. Böyle bir yapının önünde, yukarıdan aşağıya nice işlemeler sergileyerek ve dar vitrinde dişi giysileri okşayarak, tek basamağa oturup kalmış takkeli-sakallı ve belli, büyük kentin tozlu kaldırımlarına düşmüş Anadolulu bir canın düşlerindeki hüznü algılayarak.. Fransız Sokağı'nda oturanlardan Lautrec'in Jane Avril'ine, Mekteb-i Sultani kapısı önündeki fotoğrafçıdan Harbiye'deki "Flatiron" benzeri yapıya (hep bu yapıyı fotoğraflamak istedim, ben isteyedururken Selim bitirdi bile)...
Gerisini ya da hepsini sizlere bırakıyorum. Hemen bakıp geçemeyeceğinizi bilerek. Gözleriniz her uzun dikdörtgen içinde dolaştıkça ya düşlerinizi çeşitlendirecek ya da paylaşacak farklı düşler bulacaksınız. Görünür gerçekten zamanın burgacına, dingin hüzünlerden coşkulu sevinçlere, var olmanın ve paylaşmanın kıvancından duygusallığın derinliklerine.
"Upuzun bir düş... İstanbul". Beşbin yıl önceden gelen izler taşır her köşesinde, Sonra uygarlıklar; Doğu Roma, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti. Ve günümüzün tüm sosyal katmanlarını potasında karıştırarak.. Binyıllar öteden izlerde gizleri ararken simit arabasının başında düşlere dalana yakınlık duyarak. Truva kadınlarını anımsatarak Sultanahmet önünde salınana gözümüz kayarak. Hemen ayağımızın dibindeki güvercinlerin dem çekişlerinden küçüklerin kaybolup büyüklüklerin kaldığı geri alana. Üç tekerli bisikletinin keyfini çıkaran çocuktan minare boyu havaya kalkmış gibi görünen çamaşırlara. Nafakasını kağıt toplayarak çıkarmaya çalışandan her katında farklı ayrıntılar sergileyen eski yapıların yukarılarına. İstanbul'da böylesi yapılar çoktur ve başımızı kaldırıp pek de bakmayız. Gerçekte neler vardır o yukarılarda.. Böyle bir yapının önünde, yukarıdan aşağıya nice işlemeler sergileyerek ve dar vitrinde dişi giysileri okşayarak, tek basamağa oturup kalmış takkeli-sakallı ve belli, büyük kentin tozlu kaldırımlarına düşmüş Anadolulu bir canın düşlerindeki hüznü algılayarak.. Fransız Sokağı'nda oturanlardan Lautrec'in Jane Avril'ine, Mekteb-i Sultani kapısı önündeki fotoğrafçıdan Harbiye'deki "Flatiron" benzeri yapıya (hep bu yapıyı fotoğraflamak istedim, ben isteyedururken Selim bitirdi bile)...
Gerisini ya da hepsini sizlere bırakıyorum. Hemen bakıp geçemeyeceğinizi bilerek. Gözleriniz her uzun dikdörtgen içinde dolaştıkça ya düşlerinizi çeşitlendirecek ya da paylaşacak farklı düşler bulacaksınız. Görünür gerçekten zamanın burgacına, dingin hüzünlerden coşkulu sevinçlere, var olmanın ve paylaşmanın kıvancından duygusallığın derinliklerine.