Abdurrahman Munif, 1933 yılında Amman'da tüccar bir ailenin son çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Suudi asıllı, annesi ise Irak'lıdır. İlk ve orta öğrenimini Amman'da tamamladıktan sonra İngilizlerin Orta Doğudan çekildikleri yıllarda Arap ailelerin Kahire'ye, Bağdat'a ve oralardan daha başka yerlere göç etmek zorunda kaldıkları dönemde o da, ailesiyle birlikte Bağdat'a gitti. O dönemlerde Orta Doğu İngilizlerin kontrolü altındaydı. Sınırlar, harita üzerinde çizilmiş fakat hiçbir yetkili makam tarafından kontrol edilmiyordu. 1952 senesinde Bağdat'taki Hukuk Fakültesini kazandı. Fakat Bağdat'a gidişinden üç yıl sonra 1955'de Ba'as Partisi içerisindeki aktif rolünden dolayı siyasi bir eylemciye dönüştü ve bu yüzden çok sayıda Arap öğrenciyle birlikte oradan ayrılmak zorunda kaldı. Buradan Nasır döneminde Mısır'daki Kahire Üniversitesi'ne giderek eğitimine orada devam etti. Oradan da General Tito döneminde yani 1958 yılında Yugoslavya'ya geçti. Belgrad Üniversitesi'ndeki yüksek öğrenimini sürdürdü ve 1961'de iktisadi bilimler, petrol ekonomisi alanından doktor unvanıyla mezun oldu. Petrol endüstrisinde edinmiş olduğu kariyeri süresince Suriye'de petrol uzmanı olarak çalıştı.
Munif, Arap edebiyatında yirminci yüzyılın en yetenekli romancılarından biriydi. 19. yüzyılın sonlarına doğru Necip Mahfuz'la birlikte Arap dünyasının yaşamış olduğu kültürel ve siyasi kaygıları esas alarak bu bölgenin edebi çevresini değiştirmeye çalışmışlar ve kısa bir süre içerisinde Arap Edebiyatının iki önemli lideri olmuşlardır. Öyle ki Mahfuz, yirminci yüzyılın başlarında Nobel Ödülünü almaya hak kazanmıştır. Bunun üzerine birçok Arap eleştirmen, bu ödülü Munîf'in alması gerektiğini dile getirmeye çalışmış, fakat onun öfkeli hali ve İngiliz kraliyet ailesine karşı takınmış olduğu tavrı buna engel olmuştur. Munif'in en belirgin özelliği “haksızlık” üzerine yaptığı mücadelelerdir. 1973 yılında başlayan petrol gelirindeki artışa rağmen Arap dünyası iki zıt kavramla tarif edilir. Bunlar: Orta Asya çöl ülkelerindeki yaşantı ve birkaç kişideki büyük mali bolluk. Diğeri ise yoksulluk, mahrum bırakma, işkence, işçi sınıfı, siyasi işkence... Şaşırtıcı olan şey, onun bu haksızlıklara karşı yapmış olduğu çalışmalarının yalnızca bir bölgeyle sınırlı kalmayıp, Suudi Arabistan dahil bütün Arap ülkelerinde yasaklanmış olmasıdır. Bütün bunlara rağmen Munif, bazen hayali yerleri betimlemiş ve bu yerleri yazma konusunda ısrarlı davranmıştır. Bu hayal ürünü yerlerin içine gerçek olayları ve karakterleri yerleştirmiştir. Ona göre yazdığı siyasi hikayeleri, Arapların alışmış olduğu şeyleri ve özellikle de sıradan insanları değiştirecektir.
“Bana vahşi bir hayvanmışım gibi bakmayın; çünkü ben de sizler gibi bir insanım. Benim hiç kimseyle bir düşmanlığım yok. Fakat kuşlar ve hayvanlar aklımı başımdan alınca; ben de onların peşine düşüyorum. Çünkü ben aldığım zevkten daha çok, artık bunu bir ihtiyaç olarak görüyorum. Hatta şayet burada bir zevk söz konusu olsaydı; hiç şüphesiz bu kuşlar ürküp kaçmak ve ölmek noktasına gelecek kadar insanlara bu kadar çok yaklaşmazdı. Öyle ki, bir kadını arzulayan ve onu sonsuza kadar ellerinin arasında sıkıca tutmak isteyen birisi bile, belirli sınırları olmadan bunu yapma gücünü kendinde bulamaz. Ancak o kişi delirip de insanın doğasına yakışmayacak şekilde bir şeyler yaptığında ise; bu durumun herhangi bir şekilde sonuçlanması kaçınılmaz bir hal alıyordu. Ben Taybe halkının sadece çöllerde yolunu kaybetmiş, kuşların ve hayvanların peşinden giden birisi olarak tanıdığı Assaf'ım. Ben ava çıkmayı sadece hayvanları öldürmek için istemeyen ve mecburi zamanlar dışında gereğinden çok avlanmayan Panter Assaf'ım.”
Abdurrahman Munif, 1933 yılında Amman'da tüccar bir ailenin son çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Suudi asıllı, annesi ise Irak'lıdır. İlk ve orta öğrenimini Amman'da tamamladıktan sonra İngilizlerin Orta Doğudan çekildikleri yıllarda Arap ailelerin Kahire'ye, Bağdat'a ve oralardan daha başka yerlere göç etmek zorunda kaldıkları dönemde o da, ailesiyle birlikte Bağdat'a gitti. O dönemlerde Orta Doğu İngilizlerin kontrolü altındaydı. Sınırlar, harita üzerinde çizilmiş fakat hiçbir yetkili makam tarafından kontrol edilmiyordu. 1952 senesinde Bağdat'taki Hukuk Fakültesini kazandı. Fakat Bağdat'a gidişinden üç yıl sonra 1955'de Ba'as Partisi içerisindeki aktif rolünden dolayı siyasi bir eylemciye dönüştü ve bu yüzden çok sayıda Arap öğrenciyle birlikte oradan ayrılmak zorunda kaldı. Buradan Nasır döneminde Mısır'daki Kahire Üniversitesi'ne giderek eğitimine orada devam etti. Oradan da General Tito döneminde yani 1958 yılında Yugoslavya'ya geçti. Belgrad Üniversitesi'ndeki yüksek öğrenimini sürdürdü ve 1961'de iktisadi bilimler, petrol ekonomisi alanından doktor unvanıyla mezun oldu. Petrol endüstrisinde edinmiş olduğu kariyeri süresince Suriye'de petrol uzmanı olarak çalıştı.
Munif, Arap edebiyatında yirminci yüzyılın en yetenekli romancılarından biriydi. 19. yüzyılın sonlarına doğru Necip Mahfuz'la birlikte Arap dünyasının yaşamış olduğu kültürel ve siyasi kaygıları esas alarak bu bölgenin edebi çevresini değiştirmeye çalışmışlar ve kısa bir süre içerisinde Arap Edebiyatının iki önemli lideri olmuşlardır. Öyle ki Mahfuz, yirminci yüzyılın başlarında Nobel Ödülünü almaya hak kazanmıştır. Bunun üzerine birçok Arap eleştirmen, bu ödülü Munîf'in alması gerektiğini dile getirmeye çalışmış, fakat onun öfkeli hali ve İngiliz kraliyet ailesine karşı takınmış olduğu tavrı buna engel olmuştur. Munif'in en belirgin özelliği “haksızlık” üzerine yaptığı mücadelelerdir. 1973 yılında başlayan petrol gelirindeki artışa rağmen Arap dünyası iki zıt kavramla tarif edilir. Bunlar: Orta Asya çöl ülkelerindeki yaşantı ve birkaç kişideki büyük mali bolluk. Diğeri ise yoksulluk, mahrum bırakma, işkence, işçi sınıfı, siyasi işkence... Şaşırtıcı olan şey, onun bu haksızlıklara karşı yapmış olduğu çalışmalarının yalnızca bir bölgeyle sınırlı kalmayıp, Suudi Arabistan dahil bütün Arap ülkelerinde yasaklanmış olmasıdır. Bütün bunlara rağmen Munif, bazen hayali yerleri betimlemiş ve bu yerleri yazma konusunda ısrarlı davranmıştır. Bu hayal ürünü yerlerin içine gerçek olayları ve karakterleri yerleştirmiştir. Ona göre yazdığı siyasi hikayeleri, Arapların alışmış olduğu şeyleri ve özellikle de sıradan insanları değiştirecektir.
“Bana vahşi bir hayvanmışım gibi bakmayın; çünkü ben de sizler gibi bir insanım. Benim hiç kimseyle bir düşmanlığım yok. Fakat kuşlar ve hayvanlar aklımı başımdan alınca; ben de onların peşine düşüyorum. Çünkü ben aldığım zevkten daha çok, artık bunu bir ihtiyaç olarak görüyorum. Hatta şayet burada bir zevk söz konusu olsaydı; hiç şüphesiz bu kuşlar ürküp kaçmak ve ölmek noktasına gelecek kadar insanlara bu kadar çok yaklaşmazdı. Öyle ki, bir kadını arzulayan ve onu sonsuza kadar ellerinin arasında sıkıca tutmak isteyen birisi bile, belirli sınırları olmadan bunu yapma gücünü kendinde bulamaz. Ancak o kişi delirip de insanın doğasına yakışmayacak şekilde bir şeyler yaptığında ise; bu durumun herhangi bir şekilde sonuçlanması kaçınılmaz bir hal alıyordu. Ben Taybe halkının sadece çöllerde yolunu kaybetmiş, kuşların ve hayvanların peşinden giden birisi olarak tanıdığı Assaf'ım. Ben ava çıkmayı sadece hayvanları öldürmek için istemeyen ve mecburi zamanlar dışında gereğinden çok avlanmayan Panter Assaf'ım.”