Bu kitapta, 18. yüzyıl sonrasında insanı baştan aşağı yeniden yapılandırmaya çalışan modernitenin siyasal toplumsal alana kazandırdığı en önemli kavramlara değinildi. Bunlardan ilki 18. yüzyıldan önceki feodal devlet tipini tarihe gömerek, modern çağda işbölümüyle ayrıştırılmış, ete kemiğe büründürülüp dünyevileştirilmiş yeni devlet algısı, ikincisi bu algının doğal sonucu olan ulus devletti. Yığınları “yurttaş” biçiminde kodlayıp düzenleyen ulusal yapı ve kurumlar, modernitenin anlam dünyasını zenginleştiren üçüncü kavramdı. 20. yüzyılın sonuysa kendi kavram / kuramlarıyla çok iddialı geldi. Hatta devlete artık ihtiyaç kalmadığı, dünyayı kaplayan küreselleşme karşısında ulus devletin işlevini yitirdiği ve / veya evcilleşerek kontrol altına girmek ya da dağılmak zorunda kalacağı tartışmaları, siyasal düşün dizgesinde yer edindi.
Ne var ki, gelinen noktada ne ulus devlet ne de onun kazanımları tarih sahnesinden silinip gitti. Milliyetçiliğin makrosundan çekinen, mikro milliyetçilikleri yaratarak önce kendisine yerel- korunaksız pazarlar açmayı; sonra da, bu yeni pazarları, küresel siyasal birlikteliklere mahkum etmeyi benimsemiş gözüken mevcut hegemonik sistem, modernitenin kanıksanmış kalıplarıyla amansız bir mücadeleye hazırlanıyor. Bu kapışmada küresel modernitenin mikro milliyetçilik, çokkültürlülük, küresel sermaye silahlarına karşı ulusal modernitenin, devlet, ulus devlet, millet “teslisi”yle karşılık vermeyi amaçladığı gözüküyor. Son kertede toplumsal belleğin bileşenlerinin yine ulusal modernitenin elinde olduğu ve beklentilerin aksine yeni ideolojik yarışın, moderniteyle postmodernite ve ondan türedi akımlar arasında değil, yine iki farklı modernite anlayışı arasında gelişeceği ileri sürülebilir. Toplumsal belleğin bileşenlerini oluşturan milli karakterin özellikleri, devlet, ulus devlet, millet, modern ben öteki algısının tartışıldığı yazının sonunda, “Modern bellek yitimi, mevcut koşullar altında toplumsal belleğin geri dönüşümünü sağlar mı?” sorusu, hala açık uçlu bir tartışma noktası olarak kalıyor.
Bu kitapta, 18. yüzyıl sonrasında insanı baştan aşağı yeniden yapılandırmaya çalışan modernitenin siyasal toplumsal alana kazandırdığı en önemli kavramlara değinildi. Bunlardan ilki 18. yüzyıldan önceki feodal devlet tipini tarihe gömerek, modern çağda işbölümüyle ayrıştırılmış, ete kemiğe büründürülüp dünyevileştirilmiş yeni devlet algısı, ikincisi bu algının doğal sonucu olan ulus devletti. Yığınları “yurttaş” biçiminde kodlayıp düzenleyen ulusal yapı ve kurumlar, modernitenin anlam dünyasını zenginleştiren üçüncü kavramdı. 20. yüzyılın sonuysa kendi kavram / kuramlarıyla çok iddialı geldi. Hatta devlete artık ihtiyaç kalmadığı, dünyayı kaplayan küreselleşme karşısında ulus devletin işlevini yitirdiği ve / veya evcilleşerek kontrol altına girmek ya da dağılmak zorunda kalacağı tartışmaları, siyasal düşün dizgesinde yer edindi.
Ne var ki, gelinen noktada ne ulus devlet ne de onun kazanımları tarih sahnesinden silinip gitti. Milliyetçiliğin makrosundan çekinen, mikro milliyetçilikleri yaratarak önce kendisine yerel- korunaksız pazarlar açmayı; sonra da, bu yeni pazarları, küresel siyasal birlikteliklere mahkum etmeyi benimsemiş gözüken mevcut hegemonik sistem, modernitenin kanıksanmış kalıplarıyla amansız bir mücadeleye hazırlanıyor. Bu kapışmada küresel modernitenin mikro milliyetçilik, çokkültürlülük, küresel sermaye silahlarına karşı ulusal modernitenin, devlet, ulus devlet, millet “teslisi”yle karşılık vermeyi amaçladığı gözüküyor. Son kertede toplumsal belleğin bileşenlerinin yine ulusal modernitenin elinde olduğu ve beklentilerin aksine yeni ideolojik yarışın, moderniteyle postmodernite ve ondan türedi akımlar arasında değil, yine iki farklı modernite anlayışı arasında gelişeceği ileri sürülebilir. Toplumsal belleğin bileşenlerini oluşturan milli karakterin özellikleri, devlet, ulus devlet, millet, modern ben öteki algısının tartışıldığı yazının sonunda, “Modern bellek yitimi, mevcut koşullar altında toplumsal belleğin geri dönüşümünü sağlar mı?” sorusu, hala açık uçlu bir tartışma noktası olarak kalıyor.